Teknik bir sorundan dolayı hizmet veremiyoruz. Lütfen algılarınızın ayarları ile oynayınız...




Ters giden birşeyler var değil mi?
Bir yerlerde...
Ucu sana da dokunan.
Şekle şemale sokamadığın bir sıkıntı.
Tıpkı, mukoza olmasaydı açlık halinde mideni bile sindirecek sertlikteki mide asidi gibi, beyninin boş anlarında seni sindirmeye başlayan, senden çıkan ama senden bağımsız, kontrol edemediğin ağır, akışkan bir karanlık...

Şehrin köşebaşlarını becereksiz çalgıcılar ele geçirmiş gibi sanki.
Sokaklardan tüm şehre ve ülkeye bir kakafoni yayılıyor.
Alıştığın için umursamadığın, umursamadığın için sorgulamadığın, sorgulamadığın için normalleştirdiğin, normalleştirdiğin için yabancılaştığın, yabancılaştığın için senin dışında sandığın, senin dışında sandığın için susturmak için uğraşmadığın bir uğultu.
Her yerde...

Yolumu her sabah geçirdiğim rotanın bir noktasında bazı sabahlar bir klarnetçi çıkıyor karşıma.
Klarnetini bir türlü çalamayan bir klarnetçi.
Önünden her geçişimde ya notalarını düzenliyor, ya klarnetin orasını burasını kurcalıyor ya da klarneti söküp, parçaları tekrar birbirine geçiriyor.
Klarnetin kurcalamadığı köşesi kalmıyor, ama üflemesi gereken yere havayı basmıyor.

Asla...


Zurna bir türlü zırt diyemiyor.

Çalmaya bir türlü hazır olamama hali...
Kendini, ciddi işlerle meşgul gibi gösterip, aslında hiçbir şey yap(a)mama hali...
Hep birşeylere hazırlanıp, ortaya hiçbir şey koyamama hali...

Hiçbir şey yapmamakla o kadar meşgul ki, başka bir şey yapmaya vakit bulamıyor sanki.

Yaşlı da bir insan.
Sırtı yer çekimi yönünde öne doğru açı yapmış, saçları tepeden dökülmüş.
Saçsız yerlerden kafa derisinin çilleri görünüyor.
Hem saçlarında hem de kendisinde bir tutunamamışlık hali var.

Korkutuyor beni.
Ona baktığımda, aynaya baktığımı hissetmekten korkuyorum çoğu zaman.

Beceriksiz klarnetçiler var sanki her yerde.
Zurnanın asla zırt diyemediği dünyaların kaybeden liderleri hepsi.
Bize olanaklar dünyasının acısını çektirip, seçeneklerinin tümü yanlış olan çoktan seçmeli sorularda doğru cevabı bulmaya zorluyorlar bizi.

Sonsuzluğu, amaçsız seçeneklere indirgiyoruz ilk önce.
Sonra bunların içinden seçim yapmaya çalışınca kendimizi özgür zannediyoruz.
Limit sonsuza gidiyor, ama biz gözlerimizin ve aklımızın sınırlarını köşeli parantezlerle kapatıyoruz.
Alternatifsizlikten şikayet ediyoruz, ama üste kallavi meyveleri dizip, alttan çürükleri kaktıran kazıkçı manavdan da yıllardır bir türlü vazgeçemiyoruz.
Yan sokakta sebze meyve hali var halbuki.

Vazgeçiş, kendine başkaldırmakla başlıyor önce.

Önceden kurgulanmış, kurallarına yabancılaştığımız oyunların içinde sürekli ebeyiz.
Gözlerimiz bağlı, ellerimiz serbest. Ama gözlerimizdeki bantı çekip atacak özgürlükte olduğumuzun farkında olmadan bir duvardan diğerine toslamaya devam ediyoruz.
Acınacak halimizi ve gerçek olamayacak saçmalıkları hissetmemize rağmen, boşlukla ve kendi faydasızlığımızla yüzleşmemek için gerçek dışı, karanlık kurgularda yaşamayı tercih ediyoruz.
Yaptığımız her eylemi, aldığımız her kararı bu gerçek dışı evrenin kodlarıyla rasyonalleştiriyoruz.
Sınırsız bir evrenin içinde etrafımıza dört duvar örüyoruz. Koca evrende hapsolduğumuz bu minik kapsüllere de hayat diyoruz.
Ve bundan o kadar eminiz ki sorgulama gereği bile duymuyoruz.

Yaz günü açık camı çerçeveyi görüp aşka gelen kara sinekler gibi bir takım evlere girip, çıkmak istediğimizde ise açık camı görmeden inatla kapalı camda arıyoruz kaçışı.
Tosluyoruz.
Sersemliyoruz.
Kendimize geliyoruz, dışarıyı görüyoruz, çıkmak istiyoruz, çabalıyoruz.
Ama yine aynı cama çarpıyoruz.
İnatla.
Durmadan.
Oysa yan pencereden püfür püfür esinti geliyor içeri, yosun kokulu.
Farketmiyoruz.
Başka bir çıkışın olabileceğini düşünmüyoruz.
Camı birileri döşüyor. Umursamazlığımızın, bakıp da göremeyişimizin farkında olan birileri...
Ama yandaki açık pencereyi farketmekten o kadar aciziz ki...

Dünyamızın sınırlarını biz çiziyoruz.
Ama alternatifsizliğe mahkummuş gibi yaşıyoruz bu hayatı.
Rüyadan yoksun eylemlerimizin cezasını kafamızı camlara vura vura çatlatarak, dışarıya kavuşamadan, çıkışa bir türlü ulaşamadan, sersemlemiş bakışlarımızı camın öte tarafına dikip, gözümüz açıkken nalları dikerek ödüyoruz.
Cesedimizin üstüne yandaki açık pencereden yosun kokulu deniz havası esiyor inceden.

Oysa camlar açık, ardına kadar.
Farkına varmak için algılarının ayarlarıyla oynamalı insan.




Algılar değiştiğinde dünyanın da değişeceğini görmekten neden bu kadar korkuyoruz hepimiz?
Anteni düzeltmek için çatıya çıkmak zor mu geliyor?

Net olmayan görüntülere bakıp, körlük pahasına aynı filmi izlemeye devam o zaman...

İki derecelik sapmayla en güzel kanalları yakalayabilecek kapasitedeki antenlerin ayarlarını düzeltmeye üşendiğimizden bu hayatı, bu ülkeyi, bu dünyayı, bu sistemi tek kanaldan, onu da berbat bir görüntü kalitesiyle izliyoruz.
Oysa evren farklı frekanslarda döndürüyor gerçekliğini, üstelik yüksek çözünürlükte ve en iyi renk kalitesinde.

Farkında mıyız?

Seçimler geliyor...
Hep geldi, hep gelecek.
Ölü doğmuş potansiyeller mezarlığı olmamalı bu ülke artık.
Özgürlüğün seçmek değil, seçenekleri yaratabilmek olduğunu farketmek için lütfen algılarınızın ayarıyla oynayınız.