görünmez iğneler.

şimdi fransa'nın göbeğinde, iklimi karadenize benzeyen, çevresindeki dağların arasında sessiz, taştan bir eski kasabadayım. chopin dinliyorum, karnım biradan şiş.
beynime görünmez iğneler batıyor.


müzenin güzelliği, eğer öyle düzenlenmişse, sana şeyleri zaman dizinsel olarak göstermesi.
derin tarihsel toparlamalarda çarpıcılığı belirsizleşen bu gösterim, yakın çağın hızlı değişimini konu aldığında ise olduğundan da daha çarpıcı hale geliyor.




musee arts decoratifs'de dolaşıyorum. sıradan...ağır, koyu renkli, dökümlü dökümlü kumaşların, ağır bol ince işlemeli mobilyaların arasında; 19. yy'ın başları. herşey çok net, o zamana dair aklımdaki tüm resimlere uyacak şekilde, sürprizsiz. hızla geçiyorum. yüzyılın ilk çeyreğinde hızımı koruyarak devam ederken, garip birşey oluyor. o ana kadar, gördüğüm tüm resimler, portrelerde natürmortlarda çok gerçek iken; birden sanki biri gözümden net görme yetisini alıyor. tüm o netliğin arasında, buğulu bir dünyada, birbirine kaynayan renkler, ordan oraya hareket halinde insanlar...sanki biri aklımızı bulandırmış gibi. akıl bu bulanıklıktan memnun resimle geçirdiği zamanını uzatıyor. sanki ben zaten böyle görüyorum, aradan hatırladığın net imgeleri seçen sensin diyor. 


zamanının ayağına çelme takan bir izlenimci tablo, o kadar aykırı ki...


devam ediyorum; birden arts nouveau başlıyor. ilk örnekler o kadar mısır mobilyaları kopyaları ki; tavan süslemeleri firavun mezarlarının tavanlarını hatırlatıyor; organik formlar tropik adaların işlerini; oda içi bölücü paravanların detayları japon mobilyalarını... tarih tam da kolonilerin kültürüne derinlemesine giriş yapıldığı bir zamanın olgunluk devri. 


o zamanın kendi küçük aralığı içinde hızla almaşık işler türüyor.
art deco, modernizm, altmışlar, yetmişler, seksenler...zaman hızla geçiyor. marc newson, olan bitenden haberdar olmalı ki şunu yapıyor...
yenilik daima karşılaşmalarla ortaya çıkıyor. öteki olana uzak durup onu kendinden hatta yaşam dediğinden dışlamaya çalışmak, kendine kapanmak pek bir işe yaramıyor. karşılaşmanın yoğunluğu da yaratımın özgünlüğünü belirliyor. aynı yaratıcılıkta olduğu gibi. kendi uğraş alanınla karşılaşmanın yoğunluğunca üretim sürecinde ve ürününde yaratıcı oluyorsun.


bu açıdan, herkesin bilmesine rağmen, hiç konuşulmayan ve bu yüzden de kendine söylenen yalanlar kadar komik, güncel parizyen yabancı dışlamacılığının ne gereksiz olduğunu düşünüyorum. müzenin bunlara sahip olması o kültürlerin sayesinde.


tabi burada, bu burnu havadalığa imkan veren şu düşünce olabilir. onlar zaten oradaydı, ben gittim, aldım, inceledim, evirdim çevirdim ve yeniden kurdum. bilgiyi görünür hale getirdim, yazdım, çoğalttım paylaştım. artık bilgi benim.


zamanımızın çoğunu geçirdiğimiz topraklarda yazılmamış görülmemiş gösterilmemiş o kadar şey var ki, önümde arkamda sağımda solumda, kariyer olarak sonsuz saklambaç ebelikleri düşlüyorum.