paris-berlin

biri bitmişse diğeri yapılıyor. 
paris merkezinde korunmak için dondurulmuş; binaları yönetmelikler, insanları da kibir değişmekten alıkoyuyor.
tüm ilişkiler çeperlere doğru gevşiyor. kentsel yaşantı kırsala, tarihi binalar yenilere, sert insanlar daha rahat tiplere karışıyor.
berlin damar damar karışık. yeni eski içinde, yıkılmış, yapılmış, yeni yapılan iç içe. insanlar; ne iseler, o kendilerini, bir an inkar edip başka birşey, başka biri olabileceklermiş gibi. yersiz, zamansız, dilsiz. kim yabancı kim değil? yer yurt tarih sınır, her an yıkılıp her an defakto ya da  tabu olacak ve bir sonraki an yeniden inkar edilip unutulacak gibi.
paris hep kendi tarihi, hep kendisi. hiç dönüşmeyecekmiş gibi. ikinci dünya savaşında yıkılmamak için teslimiyetinin lanetini yaşıyor. vampir hayatı.
berlin aynada kendi suratına tükürebilir. şiddetle! sonra yavaş yavaş kendi aksine yaklaşıp, nefesle buğlanan kendi dudaklarının görüntüsünü sessizce öpebilir.




paris, bir cafede neredeyse olmayan bir küçük elbise ile kaykıla kaykıla oturan, sigarasından uzun uzun nefesler çeken, çok yakından ve tüm flörtöz hallerle konuşulabilecek ama asla içine girilemeyecek biri. ben diyor: je m'appelle Paris, enchanté.
berlin sen ona ne dersen o adı alıyor, kimliklere bürünüyor: Ich bin wer du magst.
akıntıyla tembel bir sandal gezintisi ise paris, berlin pedallı bir su aracı ile yapılan bir keyif.
berlin'de giriş-çıkış/kapı/geçit çok ve işgal evleri ile sokak sanatının özgürlüğü gibi hemen hemen hep açık. paris'te güvenlik görevlileri, dedektörler, çanta kontrolleri, üst aramaları...
gece örtüyse, ya da mitolojik/fantastik bir öyküdeki sihirli bir pelerin; ikisi de giydiğinde vardıkları yer sanki, neredeyse aynı mahalleler oluyor. pigale'de bar önü ayakta plastik bardakta kaldırıma sıkışık dumanlı sohbetler, niemandweisstobeseinesolcheadressegibtStrasse ile benzeşiyor. parisliler isteksiz kırık bir ingilizce ile fransızca bilmeyenleri öğrenmeye iknaya çalışıyor, berlinliler o dilden bu dile hepsini birbiri içine katarak zıplıyor. o anda o sohbette var olmak anlamak ve anlaşılmak için göçmenlerin canbaz karışık dillerinin yöntemlerini kullanıyorlar.
paris masada seni kitleyen, yaşlılığına rağmen dinç o çok konuşan anılarına tutkun amca; berlin masada sabırsız sana sürekli diziyle "hadi hadi gidelim" diyen, seni kışkırtan yazlık yer ergeni.




her ikisine girip çıkarken korunuyorum. akıl, bulaşıcı bulandırıcıların hasta eden, mazallah uyuduğum uykudan uyandırıcı etkisinden korunmak için; berlin için tek gecelik, paris için çok kısa bir ilişki denilebilecek süreler boyunca, bu yüzden zevke hep mesafeli.

yazılanlar zaten anlatı olmanın mesafesini taşıdığından olana hep uzak. olanı gözleyenin olana o andaki mesafesi ise arayı iyice açıyor. anımsama anımsanıyor yazarken. 
sonunda istanbul'a dönülüyor, ki o:
mahalledeki çok konuşup aklında düşüncelere yer bırakmayan, geyiği ile kendini sözlerde hakim kılan, mahallenin küçük dünyasının büyük kahramanlarının kankası, yalancı bıçkın; "abie naber yea, nerelerdesin be turrist, komansaba bokumuyiieen..." deyip enseden çekiyor.