evrene not:
26 nisan günü balıkesir'deydim.
ibrahim ve ali beni balıkesir otobüs terminalinde karşıladılar. saat 06:15.
insanı üstünde montuyla üşütecek ova ayazı, dışarıda ilk belediye otobüsü seferini beklemeyi imkansız kılınca içeri geri dönüp birer çay içmek için garın ortasındaki süs havuzunun yanına, üstünde televizyon olan akvaryumun karşısına oturduk. ekranda yetmiş yaşına yakın prenses bilmem kim, çıplak ayakları ile titreye titreye, saba tümer'in programında göbek atıyordu.
çay 75 kr.
26 nisan günü balıkesir'deydim.
ibrahim ve ali beni balıkesir otobüs terminalinde karşıladılar. saat 06:15.
insanı üstünde montuyla üşütecek ova ayazı, dışarıda ilk belediye otobüsü seferini beklemeyi imkansız kılınca içeri geri dönüp birer çay içmek için garın ortasındaki süs havuzunun yanına, üstünde televizyon olan akvaryumun karşısına oturduk. ekranda yetmiş yaşına yakın prenses bilmem kim, çıplak ayakları ile titreye titreye, saba tümer'in programında göbek atıyordu.
çay 75 kr.
06:50 deki ilk otobüsle şehir merkezine gittik. tüm kahvaltı edilecek yerler kapalı. hızla çorbacılara yönelip bir ön atıştırma yaptık. o sürede uzunca dolandık. kentin ana caddeleri, mahalleleri, sağolsun Ali hızla, kendi kişisel meraklı yapısınn ve paylaşma hevesinin dürtüsüyle detaylı bir şekilde anlattı. neydi, ne oldular, ne olacakları söyleniyor vs.
zağanos paşa camisi karşısındaki hal binası ilginç.
çoğu boş duruyor dışındaki dükkanların, yıpranmış; yıkıldı yıkılacak. ama belli, bir karakteri var...
arka kapısından içeriye giriyoruz. kapıdan geçer geçmez çürüyen et ve peynir suyu kokusu geliyor burna. ama harika bir yapı. kirişleri ve onların kurduğu hacim...
belediye burayı yıkmak istiyormuş, yerine alışveriş merkezi gibi birşeyler yapmak niyeti. ama karar tam verilmemiş, ne olacağına dair. 20 yıldır orda olan kasap ile konuşuyoruz.
balıkesir'in leziz etlerinin satıldığı yanyana dükkanlar, pazarlık yapıp uygun fiyata alışverişi sağlarken, kasaplara da bir şekilde et almak isteyen insanın dükkan dükkan dolaşması ile satış yapma imkanı sağlıyor.

"şimdi şehirin içine dağılıyoruz, bakalım kim ne zaman bizi bulacak da satış yapacağız; müşterinin alışması bile baya bir zaman alacak, bırak satış yapmayı" diyor.
insan içeri girdiği ilk anda potansiyeli seziyor. aslında yapısal olarak çok nitelikli bu orta bölüm, kendi dükkan dizisi ve hacmi ile kentin tarihi merkezindeki mevcut fonksiyonlarını korurken şu anda olmayan başka işlevleri de içinde barındırabilirmiş gibi görünüyor. aklıma avrupadaki kapalı pazar yerleri geliyor.
barcelona'dan
özel etlerin, peynirlerin, tarım ürünlerinin vs satıldığı gurme durakları hem kentin belleğindeki ( belki de balıkesir için bu tarım ve hayvancılık politikalarıyla yok olma tehlikesine sahip ) alışverişi sürdürürken hem de, farklı nitelikteki ürünlerle ve yeme içme noktaları ile zengin bir kent merkezi kullanım deneyimi sağlıyor.
1950'lilerden bir yapı bu. dışındaki dükkan sırası artık onarılamayacak kadar yıpranmış görünüyor ama içerideki bu geniş hacmi var eden yapı oldukça sağlam ve çatıdaki su problemleri dışında herhangi bir yapısal sorunu olduğu ilk anda anlaşılmıyor. daha detaylı incelenmeli tabi ki. ama ona en azından bir şans daha verilmeli. üniversitede bu alana ve yapıya dair öğrenci projeleri yaptırıldığını konuşuyoruz.
olduğu gibi bırakmakla yıkıp başka birşey yapmak arasına sıkışmış büyük bir potansiyel! sonuçta o koku yapının neden olduğu birşey değil, kullanımdan kaynaklanan birşey ve basit müdahalelerden sonra farklı kullanımları yapının içine dahil etmek yeniden yapımdan daha fazla getiri sağlayacak; o neredeyse apaçık.
oradan çıkışta Cengiz Bektaş'ın yaptığı bir çarşı binasına gidiyoruz. kentin tarihi merkezinde dışarıya tamamen kapalı bir yapı. bu kapalılık özellikle kentin böylesi bir noktasındaki bir yapı için "neden?" dedirtiyor. pasaj tipindeki girişlerden içeri girdikten sonra hafif loş dolanım alanları avlulaşan açıklıklara ulaşıyor.

bu dairesel avlulardan en büyüğünde katlar nıvyork'taki Gugenhaym müzesindeki gibi sürekli rampalar ile birbirine bağlanıyor. çarşının diğer yerlerinde de kot geçişlerinde rampalar var, kesitte düşünüldüğünde döşeme karşılıklarının anlaşılmasını zorlaştıran tatlı bir geçişkenlik yaratıyor bu düzen. sanıyorum ki mor ve pembeler daha sonranın işi.
doğan tekeli, radyo programında, açık radyonun bulunduğu binayı kendisinin yaptığını belirttikten sonra ipek akpınar'ın "ama hiç bilmiyoruz hocam" demesi üzerine: "mimarlar bazı projelerinden bahsetmezler, bazı binaların da kendi projeleri olduğunu söylemezler" demişti. cengiz bektaş'ın da bu proje ile ilgili benzer açıklamalarının olduğunu söylüyor Ali ve İbrahim.
biraz daha dolandıktan sonra uzun süre oturacağımız parka gidiyoruz. şehrin içindeki bu hafif yükselti kesinlikle bir höyük. artık üzerinde yaşlı çam ağaçları olan güzel bir park var. ama altı, bazı yerlerdeki açmalardan da görülebileceği üzere dolu!
öğleden sonra burada bulunuşumun esas sebebi olan, mimarlar odasının düzenlediği mimarlık sohbetleri serisinde konuşmak için mimarlık fakültesine gidiyoruz. hızlı dolmuş seyahati ile 15 dk sürüyor yol. kampüs dağınık, bina coşku vermiyor. eğer kışkırtmalar olacaksa ve burda birileri bir yerde toplanacaksa o kentin içi olmalı diye düşünüyorum.
kent ikonları hakkında yaptığım konuşma bir saat yirmi dakika sürüyor.
konu tesadüfen çıkmmıştı. aslında 26 ve 27 sinde orada olup ikinci gün bir atölye çalışması yaptırtacaktım. ama iptal oldu. ve arada onun konusu söyleşi konusu oldu.
aslında ana fikir, kente yeniden bakmayı kışkırtmaktı. ona dahil olmak için, mevcuttaki simgeleri kimin nasıl kurduğuna bir bakarak yeni şeyleri keşfetmek için ona yeniden sızmak...
"o zaman yeniden bakmaya başlamak lazım. çünkü bakınca, ama derinlemesine ve gerçekten bakınca, ikonların iktidarı da çözünüyor ve bu çözülme onların egemenliğini silikleştiriyor. böylece bizler hükmedildiğimiz değil, biçim verebildiğimiz proaktif olduğumuz bir alana sızmaya başlıyoruz.
yaşadığımız kentleri yeniden keşfetmek, onu zorla, o istemese bile inatla, yaratıcı bir kaynak olarak kullanmak ve onu birey olarak yaratıcı rollerimizle her an yeniden yaratmak!
ben buna inanıyorum.
çünkü; neden olmasın!"
söyleşiden sonra biraz kantinde oturuyoruz. sonrasında üniversiteden çıkıp şehre gidiyor mimarlar odasının olduğu çevrede biraz dolanıp eski kent dokusuna baktık ve soğuk bir bira için çarşı içinde bir yere oturuyoruz.
akşam saatlerinde başlayacak sohbet için Ada kafe'ye geçtik. orada da biraz hayal kurmak üzerine konuşup müzik dinliyoruz. gelen ekip keyifli. ama ne yalan söyleyeyim milleti biraz kışkırtmak için hoplayıp zıplamam gerekti.
Ali Gökten ve İlksen İçer ile sabancı ailesinin restore ettirdiği ayvalıktaki ayışığı manastırı üzerine konuşuyoruz. blogda yayımlamak üzere sohbeti kayda alıyorum. kamusal bir tarihi eser ve çevresinin nasıl özelleştirildiği dinliyorum onlardan genel olarak.
renkli kağıtlardan yaptığımız uçaklara, hayallerimizi yazıyor, sonra onları boynumuza asıyoruz; gerçekleştikleri gün uçurtmak için...
sonra otobüse kadar karadenizliler lokalindeyiz. uzun süredir o kadar içten bir arkadaş ortamına dahil olmamıştım. gitarla türküler ya da sanat müziği çalınıyor, gitar olmazsa sadece şarkı söyleniyor. esaslı mezeler esaslı sohbete karışıyor, yanımda oturan arkadaş, bu rakı güzel birşeymiş bana hep kötü deyip durdular ondan ben ilk defa içiyorum diyor...
23:59 İstanbul'a doğru yolculuk...