Büyük olanı yaratmak!
Yatayda, düşeyde, her iki yönde, ya da boyutlardan bağımsız sadece hayalde bir güç simgesi var etmek; zamana hükmedecek bir mekan!
Uzay seyahatleri roketler bile Menhettın adasında, ne arsa şartlarının zoruyla uzayan gökdelenlerden ne de Fransız mühendisliğinin, teknolojik ve maddi gücün heykeli Eyfel Kulesi’nden daha simgesel değildi. Belki bu yüzden yıllardır, kesintilere rağmen süren ve giderek neredeyse hiçleşen uzay programlarının ve ay serüvenlerinin iptali, amerikalıları dünya ticaret merkezinin yıkımı kadar etkilemedi. Çünkü herkes bir liste gibi alt alta dizemese de, orada yıkılanın; yapılarda simgeleşmiş düzenin, güç, güven, kesinlik vb. özellikleri olduğunu seziyordu.
Yıkılan sadece yapılar değil, iyi kötü süren bir uykunun saatiydi.
Uykuyu bozan büyük bir patlamayla alarmın çalmasıydı.
İşin ilginç yanı binaların yok oluşu, tüm o tekrarlı görüntüler, binalardan atlayan insanlar, çöken yapılar bir “haklı” müdahalenin simgesine dönüştü. Başka bir yıkımın simgesi oldu: Afganistan ve Irak’ın işgali.
Kendi simgesinin yıkımının öcünü, yağmalanan Bağdat Müzesi’nin görüntüleri ile, Mezopotamya’nın medeniyet simgelerinin yok edilmesiyle mi alıyordu, yıkıma uğrayan?
Güncel medeniyet, önceki medeniyetlere kendini üstün kılabilmek için onun “anılardan silinmesine”, izlerinin kaybolmasına, yok edilmesine izin mi veriyordu?
‘Sıfır Noktası’nın (Ground Zero) kutsallaştırılması karşısında belki bu sadece basit bir bilgi olarak kalıyor. Yıkılan binaların temelleri yerine inşa edilen mabed, ölenlerin ve olayın anısını her an yeniden inşa ederken aynı zamanda öcün, özgürlüğün tasfiyesinin ve şiddetin de meşruluğunu inşa ediyordu.
Şok! Şok! Şok!
Yıkıma karşı yıkım ile üstünlük kuran eylemler karşısında, yıkımın kendi görüntüsü o kadar normalleşti ki, estetik bir öğe olarak, itirazlara rağmen uluslararası mecrada kabul edilebilir bir proje olarak yayıldı.
Her simgenin yıkımı o kadar tepki çekmiyor ya da büyük bir haykırış yaratmıyor. Mesela tek bir yapı olarak değil ama birbirine kaynaşmış yapıları, insanları ve yaşantıları ile bir simge semt olan Sulukule’nin yıkımı gibi.
Kurulan platformlara, gösterilere onca örgütlenmeye rağmen...
Ya da Haydarpaşa’nın yanışı gibi. Dünya Ticaret Merkezi’nin yıkımı ile onun yanışına şahit olduğumuz anlarda belleğimizde canlanan anlamlar, onlara verdiğimiz öneme, onlarla kurduğumuz bağlantılara, onların bizler için simgesel değerlerine de ışık tutuyor. Ne düşünüyorsunuz?
Yıkımların çarpıcılığı olduğu gibi, yıkılamayanın da çarpıcılığı var.
Mesela Gökkafes.
Bu dikelmiş ikon, hergün kentsel hafızamıza ve kamusal haklarımıza tecavüz ediyor. Korunuyor muyuz?
Yapının mimarı, yapının tasarlandığı zamanlarda bir mimarlık dergisinde yayımlanan röportajında, İstanbul’un silüetinin karakterini oluşturan elemanların, camilerin minarelerinin düşeyliği ile cami kubbe ve yapısal kütlesinin yataylığının meydana getirdiği etki olduğunu, kendisinin de projede, Taşkışla’nın yataylığı ile binanın düşeyliği arasında bu tarihsel ilişkiyi tekrarladığını söylüyor.
Kimi kandırıyorsunuz? Ya da buna kanıyor muyuz?
Aklımızla oynuyorlar, bizlerle dalga geçiyorlar. Bugün, yapıya ait tüm dava dosyaları ve yayınlanmış her tür yazı, makale, Mimarlar Odası İstanbul Büyük Kent şubesinin arşivinde. Onca belgeye bakarken insan düşünmeden edemiyor:
Kim bilir bu güç gösterisi mal sahibine ne haz vermiştir!
Yıkılamayanların yanında, yok olmuş ikonlar ve onların yeniden inşasından da söz etmemek olmaz. Seçimler zamanı dillendirilen yakın zamanda ise yeniden gündem haline getirilen Taksim Topçu Kışlasının yeniden inşası. Cumhuriyetin parkına karşılık Osmanlı’nın kışlası.
Bir tanesi kullanımsal anlamda, diğeri varlık alanında yok iki ikon günümüz gerçekliğinde kapışıyor ve bu kavga, onun yaratanları tarafından o kadar kuvvetli kuruluyor ki, bizler sanki iki taraftan birini seçmek durumundaymışız gibi körleştiriliyor, tutsak alınıyoruz.
Halbuki bu tartışma o kadar yüzeysel bağlarla kuruluyor, parkın ve kışlanın varlığı o kadar yüzeysel şekilde ikonlaştırılıyor ki...
(devam edecek...)