biraz açılır mısın...

Bir süredir içim sıkılıyor. O sebepten değil, başka bir şey yüzünden şimdi.
Bir görme sonucu bulantı...
Maddeye karşı hiç takıntım yok. Resimler, objeler, dolaplar, aksesuarlar... Oranın şöyle olması, buranın böyle olması...
Sahiplik ve yerleşik olma hali ile bu kadar didişirken, mimarlık ile ilgili bir şeye dair nasıl senin pek de benzemezlerin için bir şeyler üretebilirsin? Üretebilir misin? Üretmeli misin?
Takıntılı olduğum şeyler defterlerim ve kitaplarım olabilir. Onlar da hep içeriklerinden...
Bu yüzden sanırım son beş yılda oturduğum ev sanki hep yakında taşınacakmışım gibi...
Hiç gidememe, gelememe, kalamama hallerinin toplamı. Asla gelmeyen bir yarın ya da asla geçmeyen bir geç-miş...
Sebebi biraz da çocukluk ve gençlik evinin kalabalığı olsa gerek. Küçük objeler, farklı halılar kilimler renkler çiçekler, her şeyin birbirinin üzerine birikmiş olması... Bir şeyin bir yere konulduğunda asla yeniden bulunamayacağı hissini doğuran bir tıkıştırıp yerleştirme...

Şu benim oyuncaklar neredeydi?

Kışlık evde onlar, yazlık evde babama hastalardan gelen hediye, kap kacak, el örgüsü çoraplar, bakır işleri, ağızlıklar, eski kılıçlar ve sağdan soldan toplanmış benzerleri...
Biriktirmek var olmak ile derinden bağlı. 
Biriktirdikçe kendine ikna olmak.
Fazlasıyla geçiciliğini kabul etmiş biri olarak bende uyumsuzluk uyandıran hisler...

Halbuki bak dün sabah ne okudum. Ertuğrul Özkök ne diyor:

Gerçekten yıllar çok şey öğretmiş. Haklıydı. İnsanlar almalıydı, alamıyorlarsa çabalamalıydı, kendi yetemiyorsa bir şekilde denkleştirip yine de almalıydı...

Emek diye sattığımız ömrümüzün karşılığında, anlamları sadece bizimle oluşan ve biz olmasak anında o bellekten arınıp bir başkasının belleğini sırtlanacak şeylere sahip olmak için uğraşmak. Ulaştığını belki sıçacağını bile bile...

Bu hisse kolay ikna olamıyorum, halbuki güzel oynayabilirdim...

Karşıma çıkan herkese yalan söyleyebilir, en şaşmaz ve kendinden emin kişi olarak, insanlara pişkin biçimde nelere ihtiyaçları olduğu konusunda rahatlıkla yalan söyleyerek aslında akıllarının ucundan geçmeyen şeyleri hayatlarına dahil etmelerini sağlayabilirdim. En ünlülerimizden gördüm, etkili yöntemler...
Hala da yapabilirim.
Bir camekanın ardında, herkesin senle benzer şeyleri yaptığı bir yerde, camın ardından kim geçiyorsa geçsin paketleri doldurmayı, istekleri karşılamayı aksatmadan devam etmek...Daha fazla ömür yitirdiğini düşündükçe daha da hırsla yaptığını yapar durumuna geçmek.



Halbuki çocukken bakışın biraz farklıdır. O birine yarı bağımlı zamanlarda, okul öncesi çocuklarken özgür duruşlarımız, anne babanın omuzlarında palazlanıyordu. Omuzdan inip tezgahla etkileşime geçince herkes ne duyuyorsa onu duymaya, herkes neye bağımlıysa ona kapılmaya başladık. O her şeyi oyuna dönüştürebilen büyülü bakış açısı bir anda alışverişlerin arasında kayboldu. Belki o da belli şeyler karşılığı bir ara satıldı gitti. 
Hatırlamıyorum. 
Tereddütler zamanla oluşuyor. 


İlk zamanlar var olan her şeyin şaşmaz düzeni, farkına vardığın diğer tüm şeylerle beraber dengesiz hale geliyor. Senin düzene soktuklarını birisi gelip bozuyor, koyduğun taşları çalıyor ya da senin düzen yaratımına karışıyor. Dizilim bozuluyor. 
Bu hep kötü bir şey değil tabi. Her taşın yerine oturması gerekmiyor. Her müdahale yeni bir düzen yaratıyor, iş bir şekilde bir bütünlüğe varıyor. En kötüsü kırıldığın zaman tamir edilememek, yeniden tüm o karışıklığa uymamak, ya da eksilenin yerine yenisini koyamamak...
Olsun varsın... Zaten bu çini tablolar gibi bir bütünlük aramak yersiz hayatta. O yüzden düzeni bozuk bu örnek belki de düzeni en güzel anlatan şey , zamanı başkalarının etkisini...Rüstem Paşa Camisi.


Görmek için bakmak gerek. Akılda dert ne varsa çözüm görünende olabilir. Hemen her şey kareden daireye geçmek kadar zor geldiğinde, pek çok şekilde yaratılmış çözüm belki umut olabilir. Kendi içindekileri düşünmemek için aklını eline bağlayıp sözlerini gördüklerinle susturmak ve çizmek iyi bir meditasyon. 
Beceremediğin hat taklidine bakan amcadan " o bu demek bu şu demek, burası pek olmamış" fırçasını yiyerek biraz kızarmak da iyi.


Yıllardır kenarında durduğun çizme işinin ara ara içimde kabaran hissi ile trans halinde çizdiklerim ile istediğim halde bir türlü çizemediklerim arasındayım. Yıllar önce bir seçmeli derste Teoman Südor, "küçük çizip herkesi kandırabilirsin, kendin dahil; ama büyük çizersen o zaman ilerlersin" demişti. Doğru, pek büyük şeyler çizen yok, ben dahil...


Sonra birden mavi patlar.
Aklımda yürürken vardığım bazı yerler, çarşıda bina aralarında kalmış, içinde bir iki dükkan ve yaşlı amcaların olduğu kuytulara benzer. Yukarılarda bir pencereden, parmaklıkların arkasında biraz karanlıkta onlara kendini hissettirmeden olan biteni seyretmek isterim. Acaba burada neler oluyor, onlar kim, ne iş yapıyor birbirleri için ne anlama geliyorlar diye.
Kendi kendime "hadi hadi" dedim merdivenlerden indim, nedense hafif dönen başıma basan harareti soğuk bir ayran ve büfedeki adamın muhabbeti ile dindirmek istedim. 
Kıyıda bekleyen düğün teknelerine yaklaşınca duyduğum parfüm kokusu balık ekmekçilerin ızgara kokusuna karıştı. Çalgıcılar ekipler halinde teknelere yanaşıyordu. Tam takım çeteler. 


Gölgeleri akşama doğru ünlerinden büyük...
Öylesine dolanmak çıkmaz yerlere çıkmayı içerir, geçtiğim yerlerden geçerken bu niye dolanıyor bakışlarını yakalamamak için sağa sola bakıp, gereksiz detaylar fark edip, otobüslerin arasına düşerim. Bunların hangisinin rengini birinci seçmiştik? Moru mu? Ötekiler zaten eski.


Cumartesi günü. Her yer kalabalık. Şimdi Pazar ve dışarıdan yeni sürülmüş cam macunu kokusu geliyor. En azından koku hafızam bana öyle diyor. Foça ve Özdere aklımda.
Kaynamış mısır, kızarmış balık, biraz ter ve biraz parfüm kokuları duyduğum dün, orda yol Galata Köprüsü'ne çıkıyordu. Zaten şu an itibariyle değişmiş ve daha da değişecek, bir daha da böyle asla olamayacak manzaranın fotoğrafı.


Başkanları anlıyorum ben; bir kent ve ülke politik sistemi onu alaşağı etmeden, ona boynuzu kendisinin takmak istemesi çok normal. Artık güzel renkli çok çeşitli olta askıları, gemiler ve köprüler manzarasına, boynuz da dahil olacak. Ve işte o zaman GOLDEN HORN kendini bulacak. Rahatlayıp rengi falan değişir mi o an acaba...
Unkapanı köprüsüne bakınca, artık Haliç'in içlerine ya da tersanenin daha dip yerlerine gemilerin girmediğini düşününce o kadar yükselen bir köprüye ne gerek var diye sormadan edemiyor insan. Cevabının önemi yok. Mantığı olması gerekmiyor başkanın takı töreninde. Zaten kızımız yaşlıca sen de tak ki coşku yükselsin.
O andan az sonra güneş iyice eğilip Topkapı'nın camlarını yakıyor.


Karaköy'de bankta çocuğuna laf yetiştiren kadınların hafif bağırışları birbirleri ile konuşurken ki fısıltılı dedidokularına karışıyor, kocalar kefal çekip duruyorlar, sanki sözleşmiş gibi sırayla. Yarım saatte bir vapur kalabalığı akıyor arkamdan. Güneş tamamen kayboluyor artık sadece kızıl ışıklar var. Koca bir yeni vapur tam önümdeki yüzdürme iskeleye yanaşıyor, sefer sonu, paydos. 
Perde kapanıyor...