cami meselesine dair

Şu camiler meselesine dair...

Daha önce AKP'nin kentsel dönüşüm, alışveriş merkezleri ve camiler konusunda yaptıklarının yaşadığımz dönemde tam da olması gereken şeyler olduğunu, şaşırmamak gerektiğini yazmıştım.
BURADA

Ayasofya neden yeniden cami olmalı diyen ve bunu kendine göre temellendiren bir tarih dergisinin etkisi ile yazmıştım.
Çamlıca ve diğer tüm yeni ve eskidekinin yenisi cami fikirleri bu aralar, olan biten her şeyin bir kenarında kaynaya duruyor. Hatırlatmak gerekirse; pikniğe gidip kadeh tokuştururken fotoğraf çekilen öğretmenleri 'rezalet' diye yaftalayan gazetenin haberi ile haklarında soruşturma açılması - aslında güzel fikir diye kıyafet serbestliği üzerine düşünürken, bunun bir yanı belirli dinlerin görüşlerin simgelerinin kayrıldığı bir yerlere gider mi sorusu...

Kadir Topbaş NTV'de katıldığı canlı yayında da inşaatın nasıl ekonomiyi sırtladığını ve bunun İstanbul üzerinden nasıl gerçekleştiğini anlattı. Haklıydı da.

Bu ortamda doğaldır ki, her ne kadar "ısmarlanan" cami projeleri, içinde kütüphaneler ve çeşitli diğer işlevlerin olduğu külliyeler olarak kurgulansa da, söylem kitaplar üzerinden kurulmuyor. Çünkü o mesajın hedefi olan kitle o kullanımlarla etkileşime geçmiyor, talep etmiyor.
Ayrım yapmıyorum. AKP'ye oy vermemiş çoğu kişinin, bizlerin de gerçekte yüzeysel olmayan bir kültür, birikim, erdemli bir bireysellik düşü, yaşantısı olduğunu da düşünmüyorum...

İlginç şekilde bilgi ile ilişkimiz hiç derinleşmiyor. İslam dininin secde et diye değil de, oku diye başlamasına rağmen, ilk mucizenin okuma yazma bilmeyen peygamberin okumaya başlaması gibi mucizevi bir olay olmasına rağmen, şu aralar bilgi bu coğrafyada hep bir araç, asla esaslı bir amaç değil...Garip.

Devam edeyim...
Öyle olmamamız da bu zaman için bu coğrafyanın en gerçek "gerçeği", sadece itiraf etmiyoruz, kabul etmiyoruz. Kabul edip bunun üzerinden politikalar üretenler de o politik görüşlerin her yönünü, inşa etme, yaşantıya dönüştürme vb gibi her yönünü gerçekleştirebiliyorlar.

Mimarlık bu anlamda kavram olarak varlık sürecinin çok büyük bölümünde ekonomiden, politikadan asla ayrı değil. Hem estetiği hem teknolojisi doğrudan onlarla alakalı. Evrensel beğeniler, mimarlığa içkin, herkes tarafından benzer duyumsanan, aşkın bazı hisler de bence sadece insanlığın en temel korkuları ile ilişkili. Mesela, büyük boyutların insanın maddesine baskınlığı, ki ilahi hisler bununla bağlantılı, ya da doğa ile ilişkinin uyandırdığı huzur ya da tedirginlik hisleri...
Bunlar ve bunun gibi birkaç şeyden başka her şey, döneminin ekonomik politik sistemleri ile doğrudan ilişkili. İlk tarım yerleşimlerinde, ticaret kolonilerinde, kent devletlerinde,  imparatorluklarda, din devletlerinde, yöresel krallıklarda, faşist ülkelerde, ulus devletlerinde...hep.

Bu arada politika ile ekonominin arasındaki sınırın da muğlaklığını not düşeyim; ek...

Mimarın ve mimarlığın varlığı, mimarın ve mimarlığın araçsallığı bu ilişkilerden soyutlandığında tartışmalar asla bir yere  varmayan ya da hep ıskalayan eksenlerde gerçekleşiyor.

Bu cami ya da adalet sarayı ya da okullar meselesi de böyle. Cami eskiyi taklit ediyor, şurası iyi değil, burası bir şey... Sonra bu tartışmalara eşlik eden, falancanın camisi, falancanın binası bak neleri nasıl da yapmaya çalışıyor yapıyor demeçleri, tiyatroları.
Laf sürekli şuraya geliyor: 'Orman arazisine de olsa, kentin imar hakları ile tamamen yasal alanlarına da olsa, yurt dışında da olsa, ben ya da bilmem kim bunun yapsaydı daha iyi olurdu'.

Devlet projelerini alan bir mimar (açıklanan ya da açıklanmayan), devletin bir projesindeki tercihini eleştirirken, kendi konumunu tarifleyen o öznenin tercih sistemini sorunsallaştıran bir söylem geliştirmiyor tabi, doğal...

Demek istenen şu: ben ya da o bilmem kim, o ağlara hakim olsaydı, o kişi kurumların desteğini alsaydı...
Yapacağı şey de önemlidir belki, ama işin başladığı nokta, yapılacak olanın ve yapanın haklılığından öte, yapılacağı andaki geçerliliği. Şu anda da tam olarak bu anda geçerli olan şeyler yaptırtılıyor, tercih ediliyor.

Aslında tüm bu projeler uluslar arası ünlü mimarların içinde olduğu bir organizasyonla ortaya çıksa, belki belli kullanımlar ekstra vurgulanmasa şu anda gerçekleşen aslında pek de cılız ve sadece sektör içinde gerçekleşen tartışmalar da olmayacaktı. AKP'nin yanlış duyurma stratejisi mi desek yoksa tam da yaratmak istediği ulaştığı bir duyurma şekli mi...

Mimar temel olarak bir değer değişimi aracısıdır. Araziyi kazanca, parayı yaşantıya evirir, hayalleri gerçeğe...
Bundan da daha farklı bir görevi ya da mistik bir gücü yoktur. Her insan gibi, iş bölüşümünden pay alan her birey gibi politika ve ekonominin aracıdır; onların bir şeyler yapmasının aracısıdır.

Bunun ayrımına dair anlayış anı, bir duraksama yaratır, hepsi o kadar.
Ama hep birileri bir şeyler inşa edecek, diğerleri imrenecek, birileri daha çok tercih edilecek, birileri eleştirir görünüp eleştirdiğini yapacak, diğeri eleştiri dışında aslında eleştirilmesi gereken ama güvenli alanlar kuracaktır...

Görünen o ki, geçmişte de şimdi de böyle gerçekleşen şey, gelecekte de aynen devam edecek. Tüm bu tartışmalar zaten mimarlığa, onun ortamına, işleyişine içkin; hep ola gelmiş. Çok da büyütmemek gerek, zaten büyütülemez de, Machivelli'nin dediği gibi, güçlü olan, güçlüyü arkasına alan hep dilediğini yapacak.

Ve biri bir şeyleri değiştirecekse mimar olduğu için değil, insan olduğu için, değiştirmek istediği için yapacaktır. Ekonomiye, politikaya, mantığa, ahlaka, doğala, olağana, mimarlığa, kendine rağmen.