o duvarın ardında

Sanat ya da tasarım ile ilgili alanlarda eğitim alanlar, bazı okulların içinde ne renkli şeyler olup bittiğini bilirler; özellikle bazı okulların içinde...

Bilinçli şekilde 'bazı' diyorum, çünkü öyle mimarlık fakülteleri biliyorum ki, insana, mimar olduğu için değil, okurken sürekli bir cenaze havası yaşattığı için, sonunda siyah giydirtir. (mimarlar siyah giyer-miş)

Üniversitenin 'havasından' uzaklaşınca ('havası' diyorum çünkü ortamından uzaklaşmaktan bahsetmiyorum); şunu görmeye başladım:
Üniversite ortamının soluduğu da büyük oranda kapalı bir sistemden pompalanıyor. Ama oranın avantajı (bazı okullar için geçerli sadece, ne yazık ki...) bu kapalı devrenin coğrafyalar üstü dev bir sistem olması.
Nerede ise sonsuz, tek bir dili yok, tek bir görme ve görünme biçimi yok... 
Tüyler ürpertici şekilde zengin. 

Ama ne yazık bu sanal  sonsuz dünya, kendine bağlananları, dışındaki hayata aktaramıyor. 
Aynı şey tam tersi için de geçerli. 
Dışarıdakiler de o ortamın içerisine giremiyorlar...

Halbuki hava değişimi ile açılan zihinlerin ortalığı boyayabileceği onca güzel renk var ki.
İçeride olan biteni farklı mecralarda görünür kılmak bile güçlü bir başlangıç bunun için. Sonra belki onları sokakta yürütmek, havaya atmak, uçurtmak, yüzdürmek...

Sanat ya da tasarım ile ilgili alanlarda eğitim veren, özellikle bazı okullar ve (ayrım gözetmeksizin) o okullar içindeki bazı insanlar o kadar ilham verici ki...
Serbestçe gezmek için ziyaret saatleri talep ediyorum!

İzmir, Dokuz Eylül Üni. Güzel Sanatlar Fakültesi'ne gittim. 
Gözleri kısarak bakmak gibi, aklımı azıcık kısıp bakınca birebir BeauxArts'da hissettiklerimi hissettim. 

Teker teker tüm o stüdyoları; iş olsun diye ya da sadece öylesine üretilmiş onca şeyi, içerideki her şeyi alıp şehrin ortasına ya da en azından kıyısı boyuna dağıtmak istedim.




En çelişkili soru şu belki de: 
Tüm bunları üretenlerin yaşadığı şehir burası mı?

Duvar nerede?
Kimin aklında, ya da onu akıllara inşa eden kim?




Malzemeler pahalı, üretmek için ekmek ve umut şart. 
Mimarlıkta anlatmadıkları gibi sanıyorum sanat eğitiminde de anlatmıyorlar; bu işin doğrudan ekonomi ve politika ile ilişkili olduğunu. 
Bilmediğin için sormuyor, hazırlıksız karşılaşınca da kendi heveslerinden, akıl sağlığından yiyorsun.
Piyasası genişlememiş bir alanda üretip durup sonra onun dar araçları ile hayatta kalmak nasıl mümkün olabilir...(?)
Belki erken uyanılsa, piyasa sorgulanacak, türlü cevaplar üretilebilecek; belki o cevaplar da o duvarları...
Neyse...



"Bunlar Farabi ile Erzurum'dan gelen bir çocuğun işleri (...)Biz resim bölümündeyiz ama ben karışık medyalarla, farklı ölçek ve malzemelerle çalışıyorum" diyorlar. 
Durmak kolay değil...
Dicle Çiftçi, Ayşegül Doğan, Sinem Küçükler, Nesrin Kara, Meltem Sarıkaya ve diğer herkes...

Aklım allak bullak çıkıyorum. Arada "neler yapılabilir" diye konuştuklarımız kafamda dönüyor. Teneke çalışsa belki duvarlar ötelenecek; hemen olmuyor. 

Yürürken düşünüyorum. Mimarlık ne kadar aciz, yaşam karşısında ne kadar donuk. Ürünü ne kadar üreteninden, üretildiği andan uzak. 
Yürürken düşünüyorum. İnsan nasıl da acayip bir varlık, üretimi ile her yere giriyor, o duvarı koridoru odayı bambaşka bir yer yapıyor, durmuyor, kırılmazsa durdurulamıyor. Onu hangi mekana, hangi şehire koyarsan koy...

Sonuçta burası, içten bir lise gibi görünen, dıştan da sıvaları dökülmüş, garip renklere boyanmış, çok yakınındaki hastaneden, ne mekan kurgusu ne de kitle olarak çok farklı olan bir yapı; ama...

"o duvarın ardında"

neler oluyor neler...

Onları görün, bulun...