01-ADANA


Üzerinden geçerken böyle görünen bir şehir. 
Sadece bu görüntüye bakarak bile çok şey söylenebilecek, 2 milyondan fazla nüfusa sahip bir kent. 
Kuzey-Güney / Doğu-Batı yönünde kara yolu ve Doğu-Batı yönünde demir yolu çevresinde yoğunlaşan, Kuzey'deki baraj gölüne doğru yayılan, biri bölgesel askeri üs "İncirlik" olmak üzere iki havaalanına sahip, kentsel mekanı ve kırsalı kanallarla, derelerle; kısaca suyla bölünen ya da örülen bir kent. 


Biraz alçalınca, kırsal alanda kanalların yoğun bir damar sistemi gibi beslediği tarlalar ile yolların ilişkisi görünür oluyor. Burada kanallar yollardan daha baskın. Zenginliğin kaynağı tarlalar, işleme ve sulama yöntemlerinin belirlediği şekillere göre dörtgen ya da daire biçiminde. 
Kırsalda binalar bu geometrik bölümlenmeye takılmış birer uydu gibi. 


Torosların, İç Anadolu'ya geçiş izni verdiği derin vadilerin verimli ovaya açıldığı bir yerde öbeklenen şehir, dev deltaya hakim ve denize Mersin ile açılıyor. İki kent arasındaki bağlantı yolu çevresindeki öbekleşme, iki kentin sıkı ilişkisinin inşa edilmiş hali. 

Açık Radyo programı için Kaya Arıkoğlu ile görüşmek üzere Adana'dayım. 
Kalebodur ile hedef her ay farklı bir şehirde, "mimarlığın tüm hallerine dair konuşmalar yapmak".

Kaya Arıkoğlu ile Amerika'dan Adana'ya gelmek, İstanbul'u değil Adana'yı tercih etmek, kırsalda kentleşme, planlama ve mimarlık adına yapılabilinecek şeyler, yerele özgü durumlar üzerine düşünmek + keşfetmek, kaçırılmış bahçe kent treni, yerele özgü gelişme modelleri ve Bob Dylan üzerine konuştuk. Röportajı 21 Mart tarihinden sonra BURADAN dinleyebilirsiniz. 

Güzel sohbetten sonra Kaya Bey, benimle sokaklarda biraz yürüyüş yapma inceliğini gösterdi. Sohbet sırasında bahsettiği bir kaç yapıyı görmeye gittik.


Yukarıdaki onlardan biri. 
1950'ler Adana'sının özgün apartmanlarının çok az sayıda kalmış örneklerinden. 
"Büyük ihtimalle satıldıktan sonra yıkılacak" diyor. Bahçe içindeki apartmanın, batı cephesi, kolonlar üzerinde; bahçe kotunda gölgelik bir ortak kullanım alanı kuruyor. Aynı cephedeki derin balkonlar, arsa şekli ve yönelimler dolayısıyla yoğun şekilde almak zorunda kaldığı batı güneşinden hareketli ahşap panellerle korunuyor. Ana giriş Kuzey cephesinde geniş bir saçakla tanımlanıyor ve merdiven kovası cephede. Hem ışık almak hem de pasif havalandırmayı sağlamak için merdiven kovası, pencerelerle dışarıya açılıyor.
Dönemin titiz detayları kendine baktırtıyor: Balkon korkuluklarına dikkat...



Biraz daha yürüyoruz. Daha eski döneme ait bir modern konak. 
Büyük bahçe içinde özgün bir dönem binası. 
O da boşaltılmış. Mobilyaları balkonda. 
Bir önceki apartmanda olduğu gibi büyük bahçesi içindeki koca ağaçlar, bir zamanların "bahçe kent" hayallerini anlaşılır kılıyor.


Sonra Ziya Paşa Bulvarı'na çıkıyoruz. Parka komşu bir apartmanın önünde duruyoruz. 
"Babamın hastalığının ağır dönemlerinde yaptığı son apartman bu" diyor Kaya Bey. Aslında sırt sırta birleşik iki apartman. Aynı saçağın sonunda iki ayrı girişe sahipler. Giriş saçağı bulvar üstündeki diğer apartmanlardan (en azından benim dikkat ettiklerimden) farklı olarak, oldukça uzun. 
Kaldırım üzerinde bir mekan tanımlıyor. 
Daha iyi görebilmek için yolun karşısına geçiyoruz. 


Apartman Atatürk Parkı'na komşu. Bir koldaki bloğun tamamı park manzaralı.
Yürüdüğümüz yolları, kesişmeleri, insanların biriktiği yerleri, trafiği konuşuyoruz parktan geçerken.
Keyifli yürüyüş parkın doğu sınırında bitiyor. Kendisine misafirperverliği ve harika sohbet için teşekkür edip cadde boyunca Güney'e devam ediyorum.


Yol üstünde MARS mimarların projesi iş merkezi... 
Önlerinde yıkılıp aynen inşa edilen iki modernist yapı; düşey sirkülasyon holü ile birbirine bağlanan iki kütle...


"Bahçede meyve ağaçları ve tavuklar, artıklar tavuğa gider, evden çöp çıkmaz, bahçeler içindeki evlerin sınırını oluşturduğu sokaklarda yaşar, akşam giyinilir senfoniye gidilir" demişti Kaya Arıkoğlu. 
Tarımın endüstri  haline geldiği, bu endüstri ile zenginleşen kentte senfoni, tabi ki durup durduk yerde değil; tasarlanmış süreçler ve özveri ile var olabiliyor. Zaman ve coğrafyalar üzeri kültürel katmanları bir arada görmek yine de güzel. Kaçımız yaşadığı yerde böyle kapılardan düzenli içeri giriyor ki; diğer yandan da kaçımız, kente işlemiş, kapısız, mekansız yaşamlara, zenginliklere meraklı...


Mimarlık pek çok yerde, on yıl öncesinde hiç olmadığı kadar, denemelere açık. Bu denemeler her ne kadar çoğunlukla cephe düzenlerinde görünür olsa da, bir şeylerin biriktiği konusunda gösterge. 
Kaplamalar ile hareketlenen cepheler... 
Tartışmak lazım. İki kitleyi birbirine bağlayan o cam köprü üzerindeki şeritler sanki doğrudan maketteki bir denemenin birebir ölçeğe getirilmiş hali gibi. 
Olsun, denemek iyidir. 


Önce Güney'e sonra Doğu'ya devam edip, nehire ulaşıyorum. Cami'nin çevresindeki park alanının altına otopark yapmışlar, üzeri yine park.
2008'de yarışma için Adana'ya geldiğimizde yoktu sanıyorum bu otopark.
En azından hatırlamıyorum. O zaman neden geldiğimizin cevabı ise BURADA.


Bir yanda cami, bir yanda arkadaki büyük yapı. Yarım mı kalmış, daha bitmemiş mi anlamadım.
Düzlüğün üzerinde perspektifle beraber eğlenceli görünüyorlar.


Yukarıda eğlence var.
Ama bazı şeylerin kasveti değişmiyor. 
Caminin içindeki dev tuvalet! 
Aydınlık yerde bir ayna olabileceğine inanası geliyor insanın. Tabi o durumda yansımada görünmeyen benin bir vampir olma ihtimalim doğuyor. 
Neyse ki, geçişi engelleyen! şerit aklı yerine getiriyor. Acaba geçmesi neden yasak? Etraf o kadar ıslak ki, insan merak etmiyor bile. 
Neredeyse tüm ülkeyi, küçüklükten beri turist grupları ile gezmiş olmanın rahatlığı ile söyleyebilirim ki; eğer iddalı olabileceğim bir konu varsa o da gördüğüm umumi tuvalet sayısının fazlalığıdır! 

Çözümlemeyi devam ettirmiyorum; midelerin kaldırabileceği bir anı kollayacağım.


Seyhan esaslı bir nehir. Hele yukarıdaki baraj gölü insana denizim uzaklığını unutturuyor. 
Gökyüzünün ve güneşin sayesinde renk öyle cazip ki, kıyıda akıl bi' su üstünde bi' kara üstünde salınıp duruyor. 
Mont taşıttıran sıcaklar...


Nehir kıyısından yürüyerek, Taşköprü'ye bir uğrayıp onun işaret ettiği doğrultuda Batı'ya yöneliyorum.
Esaslı bir köprü, Taşköprü.
Ayasoyfa'dan 25 yaş kadar genç sadece. Onu 384 civarı yapan, Roma'da da aynı zamanlarda bir köprü yapmış, öyle diyorlar.
Küçüksaat istikametinden eski kent içine doğru gidip, oradan yine Ziya Paşa Bulvarı'na varıyorum. Daha önceki gelişlerimde Gar binasını görmemiştim. Malum, eski ana ulaşım hattının kalbini görmek, şehrin gelişimini  anlamayı kolaylaştırıyor.

Yol üstünde bir sürü marka mağaza ve kafe. Yol genişliği, apartman tipleri, insanlar...
Birden Adana heryer'leşiyor. İzmir, Mersin, İstanbul, Samsun, Ankara..
İnsanı iyi hissettiren bir tanıdıklık bu. Sonuçta ortam aklımdaki kodlarla benzeşen referanslarla dolu. Müzik, logo, koku, konuşmalar...



Neyse ki, göstergelerin her yanımı sardığı bu tatlı uyku hali, Gar'ın önünde duran, tepesinde ay yıldızlı dev çam ağacımsı 'şey'le dağılıyor. Berlin-Bağdat demir yolu hattının, İstanbul Bağdat bölümünün bir parçası buradan geçen yol ve gar Almanlar tarafından 1912'de yapılıyor.

Oradan çıkınca taksicilerden birine soruyorum.
"Hava alanına buradan ne kadar sürer" diye.
"15 dakika" diyor. Ama ekliyor "yarım saat sonra bu yol, metro yolu ve hava alanı istikameti tıkanmaya başlar, ona göre"
Her yerde bir trafik sıkışıklığı derdi!
Ziya Paşa Bulvarı'na dönüyorum. Yorgunluktan ayakları hafif sürüme moduna geçmiş şekilde, düşünüyorum: 
Biraz daha buralarda oyalanıp az önceki tatlı uykuya mı dalsam yeniden, yoksa oyalanmadan hava alanına mı gitsem?

Elimi kaldırıyorum, taksiciye sesleniyorum...
Hava alanında bir ekran, Adana yol durumunu gösteriyor. 
Gar çevresi kırmızı.