Gaziantep

Doğrudur. 
Kafamıza eseni yapıyoruz. 
Çok da saklamıyoruz. 
Barış'ın Türkiye'de olduğu bir zamanı kollayarak kebap yemeğe Gaziantep'e gittik.

Siz de arkadaşlarınızın size olan borçlarını bu yolla ödemelerini  sağlarsanız, sağa sola gitmek için bahane de yaratmış olursunuz. Yukarıdaki kimlik fotoğrafı yanıltmasın, Barış bana o zamanlardan beri borçlu değil, sadece fotoğraf baya eski. 

Havaalanından Antep'e gelmek otobüs ile 45 dakika kadar sürüyor. Önce tarlaların arasından sonra da gevşek şehir dokusu içinden merkeze yaklaşıyoruz. Önce bizi TOKİ evleri karşılıyor. Aralarından geçiyoruz, sağa sola bakarken otobüsün sağ tarafında kalan oldukça ilerideki tepelerin üzerinde de dev apartmanlar görünüyor. Bizim aralarından geçtiklerimiz, 'türk evi' pencelerine sahip, derin saçaklı çatılı pek çok ! katlı apartmanlar. 
Onlardan hemen sonra çevremizdeki yapılaşma fotoğraftaki gibi. Kullanılan biriketlerin renginden dolayı bana közlenmiş patlican ile hazırlanmış ezmeleri hatırlatıyor her şey. 
Ülkede hakim bir güncel mimarlıktan söz etmek mümkün. 
Her yer birbirine benziyor. Betonarme sistemin, herkes tarafından bu kadar kolay ve yaygın kullanıldığını corbusier görseydi sanıyorum mutluluktan ağlardı. 
Yukarıdaki doku sıkılaştığında, artık geçtiğimiz sokakların Adana'da mı, İzmir'de mi, İstanbul'da mı olduğunu anlamak imkansızlaşıyor. 

Tren garının önünden geçen servis otobüsü, sola dönüyor, solumuzda kale kalacak istikamette şehir içinde ilerliyoruz ve bir alışveriş merkezinin önündeki durakta iniyoruz. 
Hedefimiz Zeugma Müzesi; zamanı pek iyi ayarlayamamışız, neredeyse akşam üzeri oluyor ve ne yazık ki müze kış sezonunda 17:30 yaz sezonunda da 17:00'de kapanıyor. 
Taksiye atlayıp, sokak ve cephe iyileştirmesi geçirmiş kale çevresinden ve dere kıyısından ilerleyip, güneyinde kalan eski kent yerleşim alanı ile kuzeyinde kalan daha sonradan oluşmuş gibi görünen yerleşim alanını birbirinden ayıran demir yolunu aşıp müzeye geliyoruz. 
Müzenin dışı da içi de güzel. Mevsim dolayısıyla bu üstü kapalı alan biraz fazla serin esiyordu ama, mekansal hissi iyiydi. 
İç mekanda, Zeugma ve çevredeki başka alanlardan gelen eserlerin, bulundukları yerdeki halleri ile sergilenmesini amaçlayan düzen, duvara asılmış ya da yere konmuş mozaik ve fresklerin anlatabileceğinden kesinlikle daha çok şey anlatıyor. 

Sular altında kalacak olan bir kentin eserlerini zaten başka türlü de sergilemek düşünülemezdi.
Düşünün. Bu müzedeki her şey orada sapa sağlam duruyorken, siz onları boğuyorsunuz ve kurtarabildiklerinizi sıradan yöntemlerle sergiliyorsunuz...
Zamana rağmen toprağın kucağında kendi kendine korunmuş herşeyi yok edecek şeye neden oluyorsa insan, onların en azından bir bölümünü hak ettiği gibi korumak için ne gerekiyorsa, o zahmete girmeli.
 Mozaik, fresk, heykel ve diğer kalıntıların yerleştirilme şekillerini, aydınlatılma biçimlerini, bilgi yazılarını, müze içi dolanımı sevdim. Detaylarda ise sıkıntılar vardı. Özellikle üst katta, aşağıyı aydınlatan armatürlerin görünüşü ve askı sistemi, duvar sisteminde uygulama sonrası oluşan bazı aşınmaların düzeltilmemesi, mekanın akustiğine dair problemler...
En azından yukarıdaki bu fotoğrafın kaçınılmaz olduğu düşünülerek bronz heykelin arka planında bazı önlemler alınabilirdi.
Müzenin içindekiler o kadar etkileyici ki, mekana dair diğer şeyler insanı durdurmuyor bile. Yıllar önce Antakya müzesine gitmiştim, acaba orada durum nasıl? 
Müzeden çıkınca hediyelik bir iki şey alalım diyoruz ama müze dükkanları müzeden de önce kapanıyor. 

Sonra esas hedefe yöneliyoruz: Bir kaç gündür, aşırı yemeyerek hazırladığımız bedenlerimizin arzu ettiği hazzı onlara yaşatmak için, kebap.
Müzenin hemen yakınındaki o meşhur kebapçı öğleden sonra kapatıyormuş. Müzedeki görevlilerin 'bu saatte imkansız, kesin kapatmıştır' sözüne ikna olup, merkezdeki başka bir mekana gitmek üzere taksiye biniyoruz. Taksiciye mekanın adını söylüyoruz. 'Neden oraya gidiyorsunuz?' diyor. 'Kebap için' deyince; ' e tabi kebap için de, neden kebap için orası?' diyor. 'Nereye gidelim?' sorumuz üzerine bize, müzenin yakınındaki yerin ustasının kardeşinin yerini söylüyor. 
'Tamam' diyoruz.  
Nar ekşili, hafif acılı, bol sumaklı salata, çeşit çeşit et, açık ayran ve şalgam suyu. 
Bu salatanın daha az yeşillikli ve daha çok acılısı Urfa'da Bostana adıyla yapılıyor. Taş mekanların serinliğinde soğumuş halde servis ediliyor; yazın sıcağında yemesi acayip bir keyif.
Etin keyfi bence, hem etin kendinden, hem pişirilme şeklinden hem de sunuşundan geliyor. Her şey çok basit. Bir kebap yanında, pilavı, patates kızartması, soğanı gibi boğucu ve şişirici ekler ile gelmiyor. 
Bu sadelik tüm tadları ağızda seçilebilir kılıyor.

Sonra baklava için yürümeye başlıyoruz. 
Bu lokantanın olduğu yer, belli ki, Antep'in Cumhuriyet sonrası modern yerleşim alanı. Yapı tipleri, pencere boyutları, kent içinde dere kenarında planlanmış büyük bir yeşil alan... 
Aslında binalar Bostancı'nın, Alsancak'ın dört katlı apartmanlarına çok benziyor. Yapıldıkları dönem, mimarları ve eğitimde baskın olan yaklaşımlar üzerinden bence ilginç bağlantıları açığa çıkaracak araştırmalar yapılabilir.
Acaba memleketlerine dönmüş dönem arkadaşı mimarlara ulaşılır mı?
Pek meşhur tatlıcıda, tek tatmin eden şey baklava oluyor. Diğer burma ve sarmalar içimize oturuyor. 
Hava tahmin ettiğimizden daha da soğuyunca zorunlu alışveriş yapıp, yediklerimizi sindirmek için bir otel pubına oturuyoruz.  

 Sonra istikamet Beymahallesi. Sokak iyileştirme, cephe düzenleme ve aydınlatma projeleri devam ediyor. Biten yerlerde dolanmak keyif. Restore edilen yapıların bir kısmı küçük otellere dönüşmüş, taş duvarlar ve onların üzerinden sokağa taşan cumbaların altından geçerken ara ara küçük dükkanlara rastlıyoruz. Bazen Mykonos adasının bir köyünde bazen de bir fransız ortaçağ kasabasında gibi hissediyoruz. Ermeni Ortodoks eserleri her yerde, iyi korunmuş olanlar, iyi restore edilmiş olan yapılar var, restorasyon gerektiren yapılar sıralarını bekliyor.


En büyük camiyi birazcık uzaktan görmek, kültürlerin birbiri üzerine nasıl oturduğunu gösteriyor. Taş işçiliği bana Kars'ta Kars cumhuriyeti zamanında yapılmış yapıların taş işçiliğini hatırlattı. Ustalar ya da bilgi benzerlikleri olması kuvvetli ihtimal. 
Sen Anadolu coğrafyasında tarih boyunca önemli bir şehir olacaksın da orada kozmopolit bir yaşantı oluşmayacak; zor sevgili şehir. Çeşitli çekişmeler insanları birbirinden ayırıyor. Ama sanıyorum artık yeterince zaman geçti...Ya da şu aralar her şey o kadar karışık ki zaten, yeniden birbirine karışmanın zamanı; hazır su bulanmış gibi yapmışken.


Bir tespit: İzmir, kendi kültürel çeşitliliğini saklamayan, onu fazlasıyla deşen ve bugün de yaşayan bir şehir. Farklı kültür ve inanışların ritüellerini kentsel mekanda ya da yaşantıda görmek, şu son zamanlarda o kadar olmasa da eskiden daha yaygındı. Mesela bir İzmir Boyoz'un, yahudilerle İspanya'dan geldiğini bilir, rebetiko'nun o şehrde türk, ermeni, rum ve yahudi şarkıları ile oluştuğunu bilir, efelerin ritüellerinin antik yunandaki diyonisos tayfasına çok benzediğini bilmese de, efe zeybek töreninde şeytana yemin ettiğinde onu garipsemez. Bunları yaşar, anlatır, yaşatır. Bir tek bunlar da değil, çeşitli dönemlerde bir çok savaştan ya da zorluktan dolayı zorunlu olarak göçmek zorunda kalan pek çok insana ev sahipliği yapar şehir. Herkesin bir şekilde ailesindeki bir anıda taşıdığı bu hikayelerden dolayı İzmirli halden anlar, kolay kaynaşır, alıngan değildir. Tek alınganlığı İzmirliliğine laf edilmesine olabilir. Bak bu bir gerçek. 

Antep'de öyle gibi geldi bana; ama sanki üzerinden atamadığı bir sıkıntı var gibi. Belki Gaziliğini kazanırken çok yaralandı; bilmiyorum. Ama hem Antep'lilerin girişimci aydınlık meraklı neşeli karakterlerini hem kentin güzel merkezini, hem kültürün zenginliğini düşününce; insan kendini bu şehirden daha fazlasını isterken buluyor.  
Demokrasi ve medeniyetlerin buluşması adı altında mikro milliyetçilik yapıp ayrışmaları körükleyenlerin dediklerine değil, kendi keyfine bakmalı insan ve şehir. 

Yoksa; buyurun büyük laf ediyorum: Alaçatı'nın sonradan inşa edilmiş ortamında tatil yapacağınıza şu Beymahallesine gelip tatil yapın, pişman olmayacaksınız. Sezonda da fiyatlar çok uçuk değil. Öneriyoruz.



Beymahallesi yürüyüşünün başında gözümüze kestirdiğimiz mekanda lahmacun yemek için duruyoruz. Karınlar şiş ama bir lahmacun tadmadan buradan gitmek olmaz. Uçağa az vakit kalmışken, yemek uğruna servis ile değil taksi ile gitme kararı alıyoruz ve oturuyoruz. Yeşillik ve salata ile donanan sofra lahmacun ile taçlanıyor. Bir fotoğraf şart oluyor. Sodalar dahil yedi lira verip mekana adını veren Kadir Usta'ya selam edip taksiye koşuyoruz.


Asker uğurlamasına denk geldiğimiz için yol havaalanı girişinde biraz sıkışıyor, ama uçağa sorunsuz yetişiyoruz. Barış'ın karnı tok, sırtı pek! Ama sanırım, subliminal olarak bize bir mesaj veren uçak adını görmüş değil; bir sonraki hedef orası mı? Yoksa yolda konuştuğumuz gibi Antakya mı?