simgeler her yerde




Priştine havaalanı.
Bekliyorum...
Dilini bilmediğim, hiç bir kelimenin herhangi bir çağrışım yapmadığı bir yerde; uçaktan inince binmem gereken otobüsü önce pas geçiyorum. Sonradan akıllanıp geri dönerken görevlinin "hop nereye" işareti ile irkilip, arkadaki otobüsten çıkan görevlinin, anlamadığım ama yürüyüşümü olumlayan sözleriyle rahatladığım o donuk anlardan sonra; işte odanın birinde, askıdaki montumun arkasındaki kapıdan içeriye girecek o tanıdık yüzü bekliyorum. 

 
Bill'i değil tabi ki; ablamı.
Bill bizi şehre girdikten az sonra karşılıyor. Görüldüğü üzere de gelecek durumu pek yok; (dikkat edin) (belki de) Amerika'nın sembolize edildiği, o koca eli ile kendine doğru gelenleri güleç bir şekilde selamlıyor, "hope" diyor; ya da ortalığı karıştıranlara bir "hop!" veya "nope!"diyor.
"Burası inşa edilmiş simgelerle dolu" diyor Ahenk. Bu heykelbunlardan yalnızca biri. Gecenin karanlığında yanından geçtiğimiz, karanlıklar içinde, asla tamamlanmamış, yakılmış ama buna rağmen yine de yıkılamayan, kendi küçük, psikolojik etkisi büyük bir kilise diğeri. Az ileride hıristiyan azınlık için inşa edilen dev katedral, AB destekli.
Her yer  yarım bırakılmışlık ya da yıkılmışlıktan harap görünür haldeyken,  tüm ülkeye enerji sağlamaya çalışan termik santraller kahverengi gri turuncu tozlarını şehrin üzerine serperken...
Halbuki "All you need is..."
Yani herkes biliyor da, kimse de bilmiyor aynı zamanda...
Bu bilinir bilinmez boşluğun yazılacağı en güzel yer; Üniversite'nin Yugoslavya dönemi, konsolları ve dışa vurumcu metal kaplamaları ile kendini gösteren, farklı boylardaki kubbelerinin gece, Ahenk'in dediği gibi "ışıklı beyinler" gibi parladığı kütüphane binasının duvarı.

Burası ne olursa olsun umutları olan bir başkent.
Gizli servislerin, kaçakçıların, sanat simsarlarının, mafyanın, çakal politikacıların ve daha nicelerinin varlığının sezildiği sokaklarında, tüm o ilişkiler içinde doğmuş koca bir bebek.
O halin tüm sancılarını, kaldırımlarından, proje tabelalarından, duvarlara yapıştırılmış afişlerden, sağa sola yazılmış yazılardan anlamak zor değil. İnsanlığın gözü önünde insanların elinden alınan hayatlar...
Ama tüm bunlar, akşamın soğuğundan mekanların sıcaklığına ve sohbete sığınmış insanların yüzünden okunmuyor; insanlar belli ki devam ediyor...
İnsan başka ne yapabilir ki...
Yemekler pişiyor, yeniyor, içiliyor, sohbetler ediliyor, kahve kokuları ortalığa yayılıyor, bir çok farklı dil ortamın gürültüsünde, sigara dumanı kaplanmış mekanın içinde yüzler gibi belli belirsiz seçiliyor. Her ağır yaralı şehirde olduğu gibi burada da ortalıkta görünenler eğlenmeye, beraber vakit geçirmeye odaklı, giyimleri özenli. Yaşamın sonluluğuna dair uyanıklık topluca yaşanınca ondan alınan keyfin kalitesi yükseliyor mu ne?

Balkanların bu tarafından görünürde kazınmış ama insanların dillerinde, anılarında, kentin fotoğraflarında ve az sayıda kalıntısında yaşamaya devam eden Osmanlı izleri... Belli bir yaşın üstündeki pek çok insan, konuşulanın hangi dil olduğunu; onların arasından da büyük bir kısım ne dendiğini anlıyor. 
İnsanların yüzleri, bir zaman Anadolu'ya Balkanlar'dan göçmüş herkesi andırıyor; yabancı gelmiyor. İzler her yerde. 
Kosova barış gücünün İtalyan askerleri Deçan manastırını koruyor. Tarihi 1330'lara kadar gidiyor. Zamanında Balkan savaşları sırasında Osmanlı askerleri tarafından korunuyormuş; fotoğraflar öyle diyor. Piriştine'den İpek tarafına gelirken yarım ya da harap görünen yerleşimlerden, hatta kendine komşu olan kasabadan oldukça farklı durumda manastır.

 
Sürekli yaşanmış olmanın, yaşama biçiminin kesintisiz aktarılmış olmasının etkisi açık. Korunmuş ve bakımlı. Bakım gözün gördüğü ile sabit; korunma da belgelerde. Pek çok padişahın özel fermanı ile koruma altına alınmış, kendi işleyişinde imtiyazlara sahip olmuş manastır. 
İçerisi de Bizans sitili freskler ile kaplı. 
Neredeyse tamamen bütün yüzeyleri kaplayan, inanılmaz derecede yoğun bir anlatı. Kapıdan girdiğimiz andan itibaren bizimle Peter ilgilendi. Belgrad üniversitesinde felsefe okuduktan sonra buraya gelmiş, keşiş olmuş. Normal manastır işleri dışında ziyaretçiler ile ilgileniyor, web sitesi broşür, kitap gibi şeyler ile uğraşıyor.  

Bizi köşe bucak gezdiriyor. Arada kahve ve brandy ikram ediyor; bir kitap hediye ediyor. E tabi bu kadar misafir perverliğin karşılığında bizleri manastırın satış bölümüne yönlendiriyor. Mesajı alıyor ve görevimizi yapıyoruz. 
Yeme içme faslı her gezi gibi Kosova için de baskın. Piriştine'de yenilenler, Deçan'da tadılanlar başlangıç. Pirizren'de golü atıyorum. Sülo'da köfte. Bu arada söyleyeyim, Balkan köfte hakikaten sadece balkanlarda bir köfte. Başka bir coğrafyaya taşınınca, memleketi olarak anne babasının göçüp geldiği yeri söyleyen ama o muhabbetin geçtiği şehirde oturan birinin tavrından farksız değil, taddaki fark. 

 Prizren'de tabelalardaki dillerden biri de Türkçe. Türkçe anlaşılıyor ve konuşuluyor. Şimdi bir durup düşünmek gerek; memleket dediğini, milleti, kültürü yeniden. Her yer Bektaşi tekkesi ve tekke camileri ile hamam gibi yapılarla dolu. Bir yandan da Arnavut bağımsızlığının anıt mekanları ile. Küçük, kozmopolit, inanç ve ilimin yatağı, yüksek bir tepenin üstündeki kalenin eteklerinde, dere kenarında sessiz bir yer...

Özgün karakteri ile güncel etkinliklerin de mekanı Prizren.
Bir yandan mikro milliyetçiliğin kültür üzerinden körüklendiği diğer yandan da gündelik hayatın tedirginlik baskı ve ayrışma hislerini dağıttığını düşündüğüm buluşmaların mekanı.
 Yağmurun soğukla üzerimize yağdığı hava, güneşin batmasına yakın değişiyor, açıyor. Eğik gün ışığı mavi fonun önünde bütün şehri yıkıyor.
Prizren, Piriştine...
Kısa süreli konaklamadan akılda kalan aşağıdaki fotoğraf gibi bir şeyler...
Biraz gri, biraz mavi hisler içinden tam olarak anlaşılamayan ama silüet soyutluğunda dağınıklığı gerilimleri umutları sezilen bir ülke.
Ülkenin damakta bıraktığı tat görünenlerin bıraktıklarından daha net!
Leziz
 not: İnsan, devlet geleneği olan bir toplumun parçası olmanın önemli olduğunu, buranın güncel politikalarını öğrenince anlar gibi oluyor...