16-Bursa

Geçen hafta Bursa'ya gittim; Uludağ Üniversitesi mimarlık bölümü öğrencilerinin, kampüsün yakınındaki Görükle'de yarattıkları NO.12 adlı mekanı görmek ve onlarla Açık Mimarlık'ta yayınlanmak üzere röportaj yapmak için...
Mesafe yakın, yol kolaydı. 
Ama önce İstanbul'dan çıkmayı başarmamız gerekti. 

Herkes İçin Mimarlık Derneği ile ilişkili bir konuyu Bursa'daki başka bir dernekle görüşmek için Hayrettin Günç ve Yelta Köm ile günü kararlaştırdık. Onlar daha sonra farklı duraklara doğru yola devam edecekler, ben de aynı gün Deniz Otobüsü ile İstanbul'a geri dönecektim. Günü kazanmak ve İstanbul trafiğine yakalanmamak için oldukça erken buluşmaya karar verdik. Ama sıkışıklıktan kaçamadık. Onların beni almak için Üsküdar'ın sırtlarından Üsküdar kıyısına gelmeleri kırk dakikaya yakın sürdü. Sonrası malum, çevre yolunda, sıkışıklığın dağıldığı yere gelindiğinde, ona neden olmuş olabilecek hiçbir şeyin görünmediği gizemli dur-kalklardan sonra, Maltepe sahil yoluna geçip Pendik'e vardık. 

Yolda sahildeki dev dolguyu, az katlı yapılaşmanın hemen gerisindeki çok katlı yeni konut projelerini tabi ki çekiştirdik. KONTRAAKT sohbeti, feribotta da devam etti. 

Yalova:
Bana hep Avrupa coğrafyasını anımsatıyor. Düz bir yerleşim, ağaçların tariflediği bulvar, topraktan tüten ile deniz kokusunun karışımı tatlı bi nem kokusu...
Gemlik:
Zeytin limanı...

Yolda yoğunluk üzerine konuştuk. Yayılarak mı yükselerek mi? Gemlik'e bakıyoruz. 
Bir sonuca varamıyoruz, laf lafı açıyor...

Tepelerin arasından kıvrılarak, baharla taze yeşile boyanmış yol kenarlarını seyrederek Bursa ovasına varıyoruz. Solda bizi meşhur iki baca karşılıyor. 
Soru klasik: Bunlar neden nükleer santral bacaları gibi?

Şehrin içinde trafik düzenlemesi devam ediyor. Hafif raylı sistem hattı genişliyor. Trafik sıkışık. 

Çocukluktan hatırlıyorum şu büyük lafları: Avrupa şehri Bursa. 
Tabelalar vardı: City of Europe. 
Sıkışık trafik sağa sola bakmayı kolaylaştırıyor. O zaman 'vay be' dediğimi hatırlıyorum bu duruma, nedenini tam anlamayarak; şimdi de anlayamıyorum. 

Ama şehirde değişik şeyler oluyor. Tamamen kendi tasarımı tranvayı üretiyor şehir, İstanbul Bursa arası feribot hattı başlatıyor. Sahip olduğu sanayiyi, sermayeyi kendi için kullanıyor, iki buçuk milyon nüfusu aşmış şehir. 
Yapılı çevresi, doğası olabileceğinden daha fazlasını da vaad ediyor. 

Bunlarla kaynamaya başlayan kafayı, hamamda rahatlatıyoruz. 
Bir Bursa gerçeği. 
Çıkışta hafif mayışık, Dernek işlerini iskender yerken hallediyor; sonra da esas hedefimize Görükle'ye yöneliyoruz.  
Ama şehrin dışına çıkmadan TOKİ'den geçmemek imkansız.
Kente girerken üç hakim tepe görülüyor. Bunlardan ikisi insan yapımı, diğeri ise Uludağ. Bu iki bina öbeği, kentin yerleşik gabarisini oldukça aşan iki kitle olarak taşıyor.
Kentin belli noktalarında karma kullanım programlı yapılarla yükselmek, simgesel bir öbek ve sokak kotunda yoğun ve kaliteli kullanımlar yaratmak uygulanabilecek şehircilik yöntemleri. Ama bu dev konut yapıları ne simgeleşecek yapı özelliği taşıyor, ne de yapıların arasında ezilen ahşap çardakları, boş sokakları ve sokak kotunda ticari ya da benzeri işlevlere yer vermediği için terk edilmiş gibi görünen sokakları ile keyifli bir kentsel alan kuruyor.
Umut hep var; bu hatalardan öğrenilebilir. Ama tabi bu enerjiye ve şehirlere yazık oluyor...
Yolda konuştuğumuz yoğunluk konusu bir kez daha açılıyor.

Uludağ Üniversite'sinin çevresinden dolanıp Görükle'ye giriyoruz. Hatice Gökçe ve no.12 sakinlerinden  birkaçı bizle yolda buluşuyor. Yelta'ya göre "bir mimarlık öğrencisinin sahip olabileceği en iyi araç tipi" olan hacimli ticari aracı ara sokaklarda takip ediyoruz.

Son bir köşe dönülüyor ve parlak sarı gözümüzü alıyor:
NO.12

Okula yakın, yürüyerek ve bisikletle ulaşması kolay, köy içinde, uygun fiyatlı, on ve biraz daha fazla sayıda kişinin bir arada çalışmasına imkan verecek kadar mekanı olan bir köy evi burası. İçi küçük ama sokağı var. Hava iyiyse mekana sokak da ekleniyor. Sokakla beraber, sesler kokular, komşular, tavuklar, kediler, çocuklar...


Burası hem bir etkinlik mekanı, hem bir eğitim mekanı hem de ortak çalışma ortamı. Aynı yarışmaya birkaç farklı grup yan yana hazırlanıyorlarmış. Birbirlerine destek olup fikir veriyorlarmış. Yelta Köm soruyor: "e müelliflik sorun olmuyor mu ödül kazanınca?" Cevap açık ve net: "Ödül paylaşıldığı sürece sorun yok."


İki göz oda, tuvalet, küçük bir mutfak köşesi ve koridor; duvarlarda işler...
Misafirperverlik had safhada, koltuklara sandalyelere yerleşip sohbet ediyoruz, yiyoruz, çay kahve içiyoruz.
Açık Mimarlık için kayıt yapıyoruz.
Kuş, horoz, rüzgar, bardak, çocuk ve kedi sesleri ile süslü sohbet işte burada:
Açık Mimarlık 2 Mayıs Programı


Mekanın nasıl başladığından, burayı nasıl elden geçirdiklerinden, nasıl yerleştiklerinden, neler yaptıklarından, komşularla ilişkilerden, gelecek planlarından, Bursa'dan bahsediyoruz. Herkes için bol fotoğraf malzemesi çıkıyor.
Hava güzel, hamam, iskender ve kek-kahve sonrası keyfimiz yerinde. Radyo için kaydı bitirip, kayıt aletini kapatıp biraz daha konuşuyoruz.

Biz orda laflarken, başka misafirler de geliyor. Ekibin arkadaşları, no.12'nin diğer sakinleri. Hafif şaşkınlığı kolay atıp ortama dahil oluyorlar.
Yola çıkmadan bir toplu fotoğraf çektiriyoruz tabi ki...
Vedalaşıyoruz ve yola çıkıyoruz.
Otobandan bir türlü doğru çıkışı bulamadığımız için şehir çevresinde biraz döndükten sonra Mudanya dolmuşları yolu üstündeki bir noktada ben, Yelta ve Hayrettin'den ayrılıp Mudanya'ya geçiyorum.
Mudanya'yı Bursa'nın oldukça dışında gibi hatırlıyorum ama değilmiş; şehrin iskelesi olmuş artık. Dolmuş iki liraya götürüyor. Korunaklı ovadan birden sahile varış. Yerel şirketi tercih edip, BUDO'ya biniyorum.  
1 saat 40 dk. sonra Kabataş'ta iniyorum. 
Şaka gibi...
Sabah yola çıkarken İstanbul'un trafiğinden kurtulmamız için geçen süreye eş sürede denizi aşıp şehrin göbeğine varıyorum... 
Deniz'den karaya adım atınca her şey yine tıkanıyor; Kabataş trafiği kilit. 
Bundan sonrası tabana kuvvet...