Mes Trois Villes: Paris - Berlin - Milano





Geçen ayların birinde, üç şehri hızlıca gezdim.
Ahmet Hamdi Tanpınar'ın beş şehri varsa, benim de biraz zorlama tesadüflerle kendimi içlerine attığım üç şehrim var.

Her birinde dört beş gün kaldım. Tasarımcı kolektiflerine, tasarım merkezlerine, dükkanlara kafelere baktım.
Azıcık çalışılmış rotaların üstünde, tesadüf edilen tasarım dükkanlarına kafayı taktım, onların peşinden gittim bu defa.
Sokaktaki bu karşılaşmanın kentin gündelik hayatının tasarım ile ne kadar içli dışlı olduğunu da gösterdiğini düşünüyorum.
Tespitim bu!

Benim dolaştığım rotalar üzerinde görünür olan ve onlardan aklımda kalan hisler ise şöyle:

Paris'te tasarım daha kurumsal. En azından bıraktığı his öyle...
Markalar, tasarım dükkanları, hepsi iyi paketlenmiş birer proje ya da zaten ulusal ya da uluslararası markalar. Bunun yanında devletin ya da şehrin yerel yönetiminin özel girişimler ya da sivil toplum örgütleri ile örgütlediği  farklı kurumsal yapılanmalar da var.

Lieu Du Design bunlardan birisi. Tasarımcı atölyelerine dönüştürülmüş koca bir bina; bağımsız atölyeler. Tasarım, mimarlık, moda... Bunların yanında, sergilerin düzenlendiği bir galeri, keyifli bir kitapçı ve yönetim birimlerini içeriyor.


 Ateliers de Paris şu alttaki keyifli bina.
Giriş katında bir galerisi var, içinde yine farklı alanlardan tasarımcıların atölyeleri...
Bu iki mekan, etkinliklerin de düzenlendiği yerler.

Bastille çevresindeki bu mekanlar, yukarıda da dediğim gibi, güzel görünen ama galerileri dışında içine pek bulaşamadığınız yerler.
Sokak kotunda küçük atölye ve ofisleri bulabilmek için meraklı bir umursamazlıkla pasajlara dalmanız, ara sokaklara göz atmanız gerek. Aşağıdaki gibi pasajlarda, sizi mobilya atölyeleri, küçük tasarım ofisleri bekliyor.

Bu arada tabi ki Paris'in sokaklarına haksızlık etmemek gerek.
Benim rotam üzerinde özellikle Bastille çevresinde çok fazla keyifli dükkan ve kafe vardı.

Utanmadan içeri dalmak gerek. Tabi açık bulursanız.

Unutmamanız gereken bir şey var.
Paris'te çoğu dükkan Pazartesine bir yarım gün muamelesi yapıyor. Cumartesi günü dükkanlarını açık tutukları çalışma saatlerini Pazartesi gününün sabah saatlerinden düşüyorlar. Dükkanlar 3'ten 4'ten önce açılmıyor.
Tasarım dükkanlarının veya galerilerin potansiyel müşterisinin çalışma düzenini düşününce bu aslında hiç de anlamsız gelmiyor. 15:00 20:00 arası o kitleyi sokakta bulmak daha olası.
Tebeşir tabelanın keyfine bak.

Cite De La Mode et De Design namı diğer Les Docks De Paris, yemyeşil mimari bir eklentiyle, bir kabukla dönüştürülmüş 1907 yılına ait eski betonarme liman deposu...
İçinde bir moda okulu, restoranlar, tasarım dükkanları, galeriler var. Tam sergi değişimine denk geldiğim için pek keyfini çıkartamadım.


Tabi bunların dışında pek çok küçük dükkan, galeri ve tasarım merkezi var şehirde.
Bu defa yolumun düşemediği mahallelerde aralarda kim bilir neler gizli? 
Ama işte, demek istediğim tam da bu. Onlar oralarda bir yerde ve şehirde daha çok görünür olan, kurumsal olarak iyi paketlenmiş organizasyonlar, görece büyük girişimler... 
Bunların yanına tabi ki meşhur tasarım ofislerini de koymak gerekli. Aradığım şey ise daha görünür ve elle dokunulabilecek kadar ortalıktaki bir tasarım ortamı. 


Milano'da işler daha da karışıyor benim için. Hem hazırlıksızım Milano'ya hem de hiç durmadan yağmur yağıyor. Ağız tadıyla kaybolamıyorum, dolayısıyla da enteresan küçük dükkanlara, farklı tasarım ortamlarına denk gelemiyorum pek. Adıyla tasarım kelimesi neredeyse birbirine kaynaşmış bir kent için söylenecek söz mü bu demeyin. Tekrar hatırlatıyorum. 
Paylaştığım fikirler benim rotamın bende bıraktığı izlere dair. Tabi ki çevrede moda ile ilgili pek çok dükkan var. Ama ürün tasarımı dükkanları pek ortalıkta değil. 
Çok keyifli kafeler ve galeriler var, o ayrı!


Un Posto A Milano onlardan biri. Mehtap kolumdan tutup götürmeseydi, burayı şüphe yok ki bulamazdım. Fazla örneğe gerek yok. Odağı kaybedip, mekan tanıtım yazısına dönüştürmeye niyetim yok yazıyı. 

Milano'da hissettiğiniz şey şu. Bir zamanların İtalyan Tasarımı deyişi, İtalyan tasarımcılardan İtalyan tasarım markalarına dönüşmüş durumda. Bir kaç kuşaktır devam eden geleneği el üstünde taşıyan mobilya firması sahibi ailelerin başarısı malum. Zaten tasarım anlamında sokaklara hakim olan da iç dekorasyon dükkanları, moda evleri. Tasarımcılardan daha çok, tasarım nesnesi olmuş üretimi yapan markalar ön planda. 

Dikkat dikkat!
Her iki şehrin tasarım merkezleri, mimarlık merkezleri, kitapçıları, sokakta görünür olmayan ama bildiğimiz tasarım ofisleri mimarları tabi ki çok sayıda. Ama konu o değil. Konu sokak kotu!

Gelelim Berlin'e. 
Kabin basıncında bir dengesizlik olabilir, uyarıyorum. 
Şu aşağıdaki direkten üç kentin sokak kotunu kıyaslamaya başlayabiliriz. 
Berlin sokakları işte böyle bulaşılabilir yerler. İki yönlü olarak. Hem siz onlara hem onlar size. Hemen hemen dolaştığınız her sokakta, bir küçük tasarım atölyesi, ya bir satış noktası ya da tasarımla iç içe bir kafe var. Aslında bu adlandırmadan tasarımı çıkartmak lazım çünkü Berlin'deki o havanın içinde o kavramdan daha fazlası var. Anlatmaya çalışayım. 


Bit pazarlarında bile en az eski objeler kadar tasarım ürünlerin satıldığı bir yerde, sokaklarda dolaşırken tabelasız onlarca genç mimarlık ofisinin yanından geçmek de şaşırtıcı olmaktan çıkıyor bir süre sonra. Şehrin içinde üretim o kadar çok ki, bu sokaklardaki dükkanların tipine de yansıyor. 
Kiraların hala çok düşük olması (ki Ali Artun bunun bir devlet politikası olduğunu söyledi; heyecan içinde ona gördüklerimi anlattıktan sonra) dört yanda, sanki daha tamamlanmamış gibi görünen ama iş yapabilmesi için yeteri kadar 'bitmiş' olan bir çok yeni mekan olmasını sağlıyor. Bir şey başlatmaya girişmek için büyük sermayelere gerek olmayan bir ortamda, fikirler, ürüne dönüşüp tüketiciyle karşılaşmak için fazla beklemek zorunda kalmıyor. Bunu Paris ya da Milano gibi bir kentte yapmanın imkanı yok. Paris'te 25 metrekare bir dairenin 800 avro kirası olduğu düşünülürse, dükkanın ne kadar olabileceğini siz tahmin edin. 


 Kreuzberg'de aşağıdaki gibi küçük bir kek dükkanı açmak o yüzden çok da zor değil. Karışımın sonsız ihtimali var: tasarım dükkanı etkinlik merkezi ofis kitapçı galeriler... Karışık ya da sade, siz tercih edin.


Not: Bir şehirde fotokopi dükkanları ya da çıktı alınabilecek yerlerin sayısı o kentin dinamikleri hakkında çok şey söyler. Paris'te uygun fiyatlı çıktı alabileceğiniz yer bulmak pek de kolay değildir. Berlin'de ise hemen her köşede uygun fiyat kampayaları ile pek çok kopyalama merkezi vardır. Bunu direklerdeki ilanlardan, dört bir yandaki stickerlardan ve stencillerden tahmin etmek de mümkün. 

Berlin yaşayanlarının ürettiklerini paylaşmaktan çekinmedikleri bir şehir, sokaklar, kafeler, dükkanlar paylaşmaya daha açık. Ya da düzelterek söyleyelim; ortam paylaşmak eyleminin üzerine kuruluyor daha çok. Bu durumda da sokak kotunda sürekli sizi besleyen bir şeylerle karşılaşıyorsunuz. 
Berlin'de yapmayı sevdiğin şeyi yaparak, onunla kazanıp kazandığını harcayarak keyifli bir hayat sürmek hayal değil.

Milano'da bir dost sohbetinde şehirleri çekiştirdiğim arkadaşım Giovanni'nin dediği gibi; Berlin tam bir ütopya. Yirmili yaşlarının ortasında buraya gelip, yapmayı sevdiğin şeyi yapmaya başlar, onunla kazandıklarını, keyifli kafelerde barlarda retoranlarda pek çok keyifli insanla beraber paylaşarak harcarsın. Elli yaşına geldiğinde de bir bakarsın ki, hala geldiğin yaşdaki şeyleri yapmaya devam ediyorsun, hala öyle yaşıyorsun; bir bakarsın zaman geçmiş. 

E pek fena de geçmemiş be Giovanni diyesi geliyor insanın.

Ama kendi de tasarımcı olan Giovanni bu hayatın insanı bir düzen kurmaktan uzak tuttuğunu söylemek istiyor; bir düzen kurmak, çocuk sahibi olmak, evlenmek...Bir bakmışsın bunları yapamamışsın demeye getiriyor. Artık siz kendiniz nasıl bir hayat yaşamak istiyorsanız, o yönden değerlendirin Berlin'in bu ortamını. 

Üç şehrin sokaklarını kıyaslayınca, işlemin sonunda gönlünce yaratıcı faaliyette bulunmak istiyorsan sonuç Berlin çıkıyor. Yaşaması ucuz, kiraları düşük, her türden kültürel faaliyeti, tarihi, eğlence hayatı ile ilham verici ve besleyici, tasarım araçlarına, ham maddeye, iletişim araçlarına ulaşması kolay bir ortamın üstüne bir de bolca, "üretmeyi ve ürettiğini paylaşmayı seven insan kreması"... 

Hip olmadan, gündelik hayatın içine işlemiş üretken bir hayat sokaklarda her tarafına bulaşıyor. 

Ha bu arada, şehirde hayatta kalmak için iki dilden birini bilmeniz yetiyor. 
İngilizce ve Türkçe. 
Bu bilgi de; bu çok yüzeysel ama zaten Berlin Rocks! demek için yazılmış; temellendirmelere dayanmak gibi bir niyeti de olmayan yazının sonuna nazar boncuğu olsun .

"Sınırlar üsttekiler ile alttakiler arasında değil, seninle benim aramda" diyor az çok.
Resmen paylaştıkça artan tad! 


This text includes an informal comparison of Paris, Milano and Berlin in terms of their design-scape that is visible on the streets. It reflects my impressions from a journey that I had in October.

If you have to choose one of the three, I state that Berlin is the place one should live if he or she wants to produce and have a living in his/her own way. It has a reasonable cost of living. It is inspiring with a rich cultural environment, leisure events and history. You can reach easily to the communication and design tools and material resources. On top of all these positive stuff, add lots of people who loves to produce and share whatever they create. 

A non-hip productive everyday-life surrounds you. 

It is an exaggeration for shure, but I never intended to write something with heavy references. 
I just wanted to say Berlin Rocks!