O hep hafif puslu tepenin yamacında...

Bir şehri anlamak için öncelikle ona bulaşmaya niyetli olmak gerek, bu ilk öncelik. 
Rotalarını yeniden belirlemeli, farklı yolları hiç de gerek yokken tercih etmeli, hiç konuşmadığın insanlarla konuşmalısın. 
Kentinde turist olmak, içindeyken tutsak kaldığın kısır döngülerin göbeğinde bir çatlak yaratıyor.
Çatlağı yaratmak da, ondan akıp sızmak da, çatlağı kırığa dönüştürmek de senin elinde. 

İzmir Dönertaş, Tilkilik, Kireçlikaya, Namazgah yürüyüşü... 

Görkemli bir bina Cihan Palas ya da diğer adıyla Emniyet oteli. Dönertaş çeşmesine yakın bir girintinin içinde, tüm görkemiyle duruyor. Altındaki kahvede hoş sohbet işletmecisinden hikayesini dinleyebilirsiniz. Meraklısı küçük bir araştırma ile yapıldığı zamanda benzer otellere göre ne kadar zengin bir işletme anlayışı olduğuna dair bilgiye kolayca ulaşacaktır.
 Mahalle içinde sokak düğünlerinin coşkusu, masa ve sandalye kiralayan depo ve kahvelerin üstündeki afişlerde, kapı önlerinde istiflenmiş sandalyelerde...

 Basmaneye yaklaştıkça sokak aralarında, stiliyle farklılaşan daha iri binalar ve sıra evler görünür olmaya başlıyor.

 Semtlerin tarihi çekirdeklerinin çevresinde hala küçük öbekler ya da tek tük görebildiğimiz yapılar, burada yaygın. Anafartalar Caddesinden Basmaneye doğru yürüyüşten sonra şimdi sıra, Pagos dağının yamaçlarına, Kadifekaleye doğru yönelmede.
Dönertaş çeşmesinin yanından tırmanmaya başlayınca, neredeyse kesintisiz, bozulmamış yapı stoğu, "İzmir'in sivil mimarlık belleği burada yaşıyor" dedirtiyor.
Değişen ölçekler yapıları yaptırmış olanların sosyo ekonomik sınıflarını sezdiriyor.

 "Burada zamanında buraların meşhur bir doktoru otururdu, burada teyzemin ilk okul arkadaşları..."
Annemin çocukluk haliyle yürüdüğü, bazen dikleşen sokaklardan çıkarken, anlattıkları ile yapıların yorgun halleri renkleniyor.
 Sokak kesişimlerinde durup etrafına bir bakınca, her yanının cumbalı cumbasız eski evlerle çevrili olduğunu görünce ister istemez şu tespiti yapıyor insan, aklının içinde bir yerde. Gazi Kadınlar sokağı ve Alsancak'taki bazı yerlerde kaldığı kadarına sıkışmış, eski İzmir'den kalanlar belleğimiz, nasıl da aldatıcı.
Bu alanlara Kemeraltı'nın sırtlarını da ekleyince, uzaktan niteliksizmiş gibi görünen bu yorgun ve küsmüş yapılar sokaklar, ölçeği ve izleri ile "kenti" gizliyor.
 Eskiden adına meydanlık denilen yer şimdi antik tiyatronun ortaya çıkartılması için yıkılmış durumda. Ana yoldan binaların arasına doğru giren dar sokaklar, bir açıklıkta buluşup yeniden dağılıyormuş eskiden. Annem, "orası büyük ihtimalle orkestra idi" diyor. Oturma sıraları ile sırt sırta yükselen evler bir üst yola kadar devam ediyormuş.
 Üstteki fotoğrafta bir evin iç duvarı ya da bahçe duvarı olarak işlev görmüş, tiyatro duvarını seçmek mümkün.
 Yıkımdan sonra görünen bu bırakılmışlık hali moral bozucu. Hem ziyaret eden için, hem de çevrede yaşayanlar için. Ne Kürtçe, ne Arapça ne de Türkçe bu görüntünün azıcık da olsa iyi bir hisse karşılık gelmesi mümkün değil.
Tiyatronun içine inen dik merdivenden yukarıya çıkınca, annemin büyüdüğü eve, akraba ve komşularla örülü bir haytı yaşatmış, esnaf dedenin mirası bir mahalleye geliyoruz. Yugoslavya'dan göçmüş gelmiş, buraları almış büyük dedenin inşa ettiklerinden, işlettiklerinden, sattıklarından geriye az şey kalmış. Tiyatro için yapılan yıkımlar yüzünden üstteki karede olması gereken yaklaşık 10 haneden biri olan ev de yıkılıp gitmiş. O zamanların komşuları da yok artık. 
Her şeyi inşa etmek için ise elde sadece anılar kalmış:
"Biz teyzemle diğer çocuklarla oynarken, sağdan soldan gelen komşular da şu basamakların yanında toplaşır sohbet ederlerdi. Annem de mutfağın yola bakan telli penceresine kafasını dayar içeriden onlara katılırdı"
Puslu havadan dolayı deniz seçilemese de, İzmir merkezinin yürünebilir ölçeği bu fotoğraftan anlaşılıyor. Annemin görüntü üzerine eklediği ses ise cabası. 
"Akşam olur, ortalık sessizleşir. Fuar gazinolarının sesleri duyulmaya başlardı. Uzaktan ışıkları, dönme dolabı izlerdik." 
Eskiden bu kadar üst üste değilmiş binalar, birbirlerine daha çok benziyorlarmış, şimdiki kadar farklı tipte yapı yokmuş. Önünden geçtiğimiz kimi evlerin bahçeleri, bahçelere inşa edilmiş yeni yapılarla yok olmuş. Ama çoğu şey, mesela bu merdiven pek değişmemiş elli yıl önce de böyleymiş.

Asla sahip olamadığımız bir bellek yılların dibine gömülmüş, Agora'nınki gibi bir kazı bekliyor.
Şehrin tam ortasındaki bahçeli-avlulu evleriyle sokak yaşantısıyla yukarıdan izlediği kente tamamen yabancı bir dünya...
Dilleri, politik iklimi, yaşantı dinamikleri kıyılarda kaybolup yiten hayatlar...
Yeni diller öğrenip yakınlaşmamız şart.
Yoksa şehrin öğrenilmiş sıfatları ile kurulmuş algısına rağmen, yaşantısının nefes alışlarında o sıfatların yanında her an hissedilen, görmezden gelme, unutkanlık ve inkar yüzünden, silkinip kendine gelmiş, tarihi-geleceği, sosyal sınıfları ve hemşehrileri ile bütün bir kent asla olamayacak İzmir.

Tanışa tanışa dolaşa dolaşa kenti keşfetmek için daha çok yürümek gerek.


İzmir'den sonra baba köklerimde, orda kalanları, yitenleri öğrenmek için, Bulgaristan'da da bunu yapmalı...