Bir şehri anlamak için öncelikle ona bulaşmaya niyetli olmak gerek, bu ilk öncelik.
Rotalarını yeniden belirlemeli, farklı yolları hiç de gerek yokken tercih etmeli, hiç konuşmadığın insanlarla konuşmalısın.
Kentinde turist olmak, içindeyken tutsak kaldığın kısır döngülerin göbeğinde bir çatlak yaratıyor.
Çatlağı yaratmak da, ondan akıp sızmak da, çatlağı kırığa dönüştürmek de senin elinde.
İzmir Dönertaş, Tilkilik, Kireçlikaya, Namazgah yürüyüşü...





Dönertaş çeşmesinin yanından tırmanmaya başlayınca, neredeyse kesintisiz, bozulmamış yapı stoğu, "İzmir'in sivil mimarlık belleği burada yaşıyor" dedirtiyor.
Değişen ölçekler yapıları yaptırmış olanların sosyo ekonomik sınıflarını sezdiriyor.

Annemin çocukluk haliyle yürüdüğü, bazen dikleşen sokaklardan çıkarken, anlattıkları ile yapıların yorgun halleri renkleniyor.

Bu alanlara Kemeraltı'nın sırtlarını da ekleyince, uzaktan niteliksizmiş gibi görünen bu yorgun ve küsmüş yapılar sokaklar, ölçeği ve izleri ile "kenti" gizliyor.




Tiyatronun içine inen dik merdivenden yukarıya çıkınca, annemin büyüdüğü eve, akraba ve komşularla örülü bir haytı yaşatmış, esnaf dedenin mirası bir mahalleye geliyoruz. Yugoslavya'dan göçmüş gelmiş, buraları almış büyük dedenin inşa ettiklerinden, işlettiklerinden, sattıklarından geriye az şey kalmış. Tiyatro için yapılan yıkımlar yüzünden üstteki karede olması gereken yaklaşık 10 haneden biri olan ev de yıkılıp gitmiş. O zamanların komşuları da yok artık.
Her şeyi inşa etmek için ise elde sadece anılar kalmış:
"Biz teyzemle diğer çocuklarla oynarken, sağdan soldan gelen komşular da şu basamakların yanında toplaşır sohbet ederlerdi. Annem de mutfağın yola bakan telli penceresine kafasını dayar içeriden onlara katılırdı"

Puslu havadan dolayı deniz seçilemese de, İzmir merkezinin yürünebilir ölçeği bu fotoğraftan anlaşılıyor. Annemin görüntü üzerine eklediği ses ise cabası.
"Akşam olur, ortalık sessizleşir. Fuar gazinolarının sesleri duyulmaya başlardı. Uzaktan ışıkları, dönme dolabı izlerdik."

Asla sahip olamadığımız bir bellek yılların dibine gömülmüş, Agora'nınki gibi bir kazı bekliyor.
Şehrin tam ortasındaki bahçeli-avlulu evleriyle sokak yaşantısıyla yukarıdan izlediği kente tamamen yabancı bir dünya...
Dilleri, politik iklimi, yaşantı dinamikleri kıyılarda kaybolup yiten hayatlar...
Yeni diller öğrenip yakınlaşmamız şart.
Yoksa şehrin öğrenilmiş sıfatları ile kurulmuş algısına rağmen, yaşantısının nefes alışlarında o sıfatların yanında her an hissedilen, görmezden gelme, unutkanlık ve inkar yüzünden, silkinip kendine gelmiş, tarihi-geleceği, sosyal sınıfları ve hemşehrileri ile bütün bir kent asla olamayacak İzmir.
Tanışa tanışa dolaşa dolaşa kenti keşfetmek için daha çok yürümek gerek.
İzmir'den sonra baba köklerimde, orda kalanları, yitenleri öğrenmek için, Bulgaristan'da da bunu yapmalı...