Sanatatak

Sarp Keskiner'in yaptığı röportaj geçen hafta Sanatatak'da yayımlandı. 

İster siteden isterseniz de buradan okuyun. 

“Maksat; bu şehre dair her türlü şikayet bulutuna sıkı bir sol kroşe patlatmak”  
Cenk Hasan Dereli; ısrarcı bir karınca. Mimar; müzisyen, etkinlik tasarımcısı. Dört koldan, İzmir’in kültürel üretimine dair çıktıları daha da görünür kılmak, şehrin mevcut zenginliğine yeni üretim ve sergileme alanları açmak için sınırları zorlayan bir adam. Pecha Kucha İzmirHerkes İçin Mimarlık, Ses Kontrol gibi fark yaratan oluşumların yürütücüsü Dereli ile İzmir’e kazandırdığı video art mekânı 37 Video Galeri’de proje ortağı Ekin İdiman’ı sohbete katarak söyleştik.

Sarp Keskiner: Ne ile başladı bu İzmircilik?
Cenk Hasan Dereli: Herhâlde Pecha Kucha’yı İzmir’e getirme fikri ile başladı. Yaklaşık iki seneden beri, “bu şehirde kültür üretimi adına neler olup bitiyor”a dair bir merak geliştirmekteyken Şubat 2013’te ilk Pecha Kucha etkinliğini gerçekleştirdik. Bilmeyenler için bu etkinliğin formatını özetleyelim: Kelime anlamı “çene çalmak”. Bir grup Japon mimarın ortaya attığı bir etkinlik formatı bu. Demişler ki: “Durmadan çalışıyoruz, iyice içimize kapandık ve ortada neler olup bittiğinden haberimiz yok. Bari bir bahane yaratalım da insanlar birbirileri ile tanışsın, yaratıcı bir kitle oluşsun. Millet birbirine projelerini anlatsın ama bu kasık bir ortamda falan olmasın. Herkes yesin, içsin ve çene çalsın”. Aslında bir tür cemiyet yaratma girişimi.... “Bu mimarlar çok konuşur” diye özeleştiri de yapmayı ihmâl etmeyerek, bir format geliştirmişler: Yirmi yansı, yirmi saniye; toplamda altı dakika kırk saniye. Proje sunumları bu formatla ve bu süre ile sınırlanmış. Pecha Kucha’yı İzmir’e getirmeye karar verdiğimde henüz İstanbul’daydım. “İzmir’de hiçbirşey olmuyor, İzmir’e dönsem ne yapacağım, İzmir’den hiç ilginç birşey çıkmıyor” ezberlerinin ağızlara sakız olduğu bir dönemdi. İşte o sıralarda, ben de şu soruları sormaya başladım kendime: “Burası üç buçuk milyonluk bir kent. Kendi içerisinde bir ekonomisi var. Gerçekten de mi hiçbirşey olmuyor burada?” 

Bu soruya net bir cevap bulmak adına işe koyulduğumda, önceden tanıştığım birkaç kişi üzerinden yeni insanlar keşfetmeye başladım. Sonra internetten araştırmalar yapmaya başladım, “tasarım + İzmir + ödül” falan... İyi de, ulaştığım kişiler soracaktı bana “sen kimsin” diye; o yüzden Pecha Kucha’yı bu buluşmalar için bir platform yapmaya karar verdim ve İzmir’de düzenlenmesi için gerekli hakları aldım. Derken, 31 Mayıs’ta altıncısını düzenledik. Her etkinlikte sekiz sunuma yer verdik. Bugüne dek kırk sekiz proje sahibi sunum yaptı; her etkinlik yaklaşık seksen doksan kişilik bir katılımcı kitlesine ulaştı. Yerelde, ulusal veya uluslararası alanda ilginç işler yapan, çoğunlukla kendi projelerini öz kaynakları ile hayata geçirmiş çok farklı alanlardan proje sahipleri böylece bir araya gelmiş oldu. Görünürlük adına karınca kararınca İzmir’e sağladığı katkı bir yana; bu girişimin bana sağladığı şöyle müthiş bir katkı oldu: Ben bu şehirde birşeyleri beraber var edebileceğim bir sürü fikir ve dirayet sahibi insanla tanışmış oldum.

Bugün vardığın noktadan yola çıkacak olursak, İzmir’e ilk geldiğinde zihninde varsaydığın kültürel ortam ile tanık olduğun arasında kaç derecelik bir açı farkı var?
Cenk Hasan Dereli: İçerik zenginliğini tartmak adına, itiraf edeyim ki şimdilerde kendime sıkça şunu soruyorum: “Daha kaç Pecha Kucha etkinliği yapabilirim burada?”. Bu elbette şimdilik bir soru işareti ama aslına bakarsan, tüm sunum yapanların bu kentte dönüp tosladığı ortak bir problem var: Kültür üreten İzmirliler, bu kentten beslenemiyor. Beslenme lafını burada boşuna kullanmıyorum; salt ürettikleri ile karın doyuramıyorlar. Hele hele hem şehirden, hem de ürettiklerinden samimiyetle memnun olanlar, bu şehirde üreterek para kazanmıyor. Çünkü ağırlıkla dışarıya iş yapıyor. İşini burada üretip kendi kanalları üzerinden şehrine ve şehirlisine değil; dışarıya satıyor. Anlaşılan o ki, İzmir’in ekonomik birikimini yaratnaların da burada kültür üretenlerden ciddiye alınacak derecede bir talebi yok. Kültürü üreten ve tüketen açısından karşılıklı olarak da bu durum sürekli aynı cümleyi üretiyor: “Burada birşey olmuyor”.

Motivasyonu benzersiz derecede zedeleyen bir fasit daireden bahsediyoruz. İzmirlinin kesifleşmiş alışkanlıkları gereği, “bu akşam gidelim de daha önce hiç denemediğimiz bir yerde iyi bir yemek yiyelim” veya “çıkalım da nefis bir müzik dinleyelim” noktasında bir talebi veya beklentisi olmadığını tespit edebiliriz. Böyle bir beklenti olmayınca, bunlara talep de ortaya çıkmadığı gibi şehrin üretimleri alabildiğine vasatlaşıyor. Bu vasatlaşma, çok doğal olarak kültür üreticisi İzmirli tasarımcıyı, mutfak şefini, barda çalan müzisyeni veya tiyatrocuyu sonsuz ve risksiz bir sıradanlığa mahkum ediyor.


Belki bu noktada, İzmirli kültür üreticilerine de çuvaldızı batırmakta fayda olabilir: Yeniyi denemek, farklı olanda herşeye rağmen ısrar etmek ve arz-talep ilişkisine dair sınırları kırmak açısından sebatsız ve bıkkın olduklarını söyleyebilir miyiz?
Cenk Hasan Dereli: Söyleyebiliriz ama neresinden bakarsan bak, arz – talep ilişkisi yine belirleyici oluyor. “Denenmediğinden olabilir” ve “sonuç alınamadığından denenmemektedir” ikilemi, kültür üretimi adına İzmir’in kronik çıkmazlarından biri.  

Ekin İdiman: Pecha Kucha serisinin çıplakça ortaya çıkardığı gerçeklerden biri de bu. Diğer ortaya çıkan gerçek ise İzmirli kültür üreticileri olarak, aslında bizim birbirimizden ve ürettiklerimizden ne kadar habersiz olduğumuz. Sunum yapanlara bakıyorum, ödüller almışlar; müthiş başarılara imza atmışlar ama benim ne varlıklarından, ne de bu başarılarından haberim var.

Akdeniz Akademisi’nde İzmirli kültür üreticilerini onlu gruplar hâlinde buluşturduğumuz rutin toplantılardan birinde, benim çok dikkate değer bulduğum bir özeleştiri gündeme geldi: “İzmirli sanatçılar çok kendi içlerine kapalı ve işlerini sergilemeye, başka kültür üreticileri ile açıkça paylaşmaya dair genelleştirilebilecek bir çekingenliğe sahip.” Bu teşhise katılır mısınız; hakikaten İzmir’de herkes kendine ve kendi camiasına mı saklıyor ürettiklerini?

Ekin İdiman: Buna sonuna kadar katılıyorum. Yalnız buna ek olarak, İzmir’de üretilenlerin sergilenebilmesine dair ciddi bir mekân problemi olduğunu da unutmamak lazım. Bugün buna dair daha çok olanak olabilir ama 90’ların başından 2010’a kadar işlerini sergileyebileceğin, icra edebileceğin yer çok sınırlıydı. Galeriler vardı ama tek ilgilendikleri, benim “dekoratif sanat eserleri” diye niteleyebileceğim eserlerdi. Müzik dersek, öncü ve zihin açabilecek işlerin sahne alabileceği mekân sayısının hâlâ ikiyi, üçü geçmediğini söylemek lazım. Şimdilerde hiç değilse kişisel girişimlerle hayata geçmiş kimi açık zihinli mekânlar var; burasının yanı sıra K2, Edit, I/O, Maquis var.

Cenk Hasan Dereli: Bunlar tamamen bireysel inisiyatifler... Yer açmaya çalışan, karşılaşmaları kışkırtmaya yönelik ve mümkün olduğunca çok aktivite yapan, üstelik yapıcı eleştiriye sonuna kadar açık mekânlar bunlar. İyi ki var, bu mekânlar.

İzmir’de insanlarla konuşuyorsun; birşeyler yapmaya çok niyetli görünüyorlar, laflar ve projeler ağızda anlattıkça büyüyor ama sen heyecanlanıp “tamam işte, şimdi bir yere varacak” dediğinde “ama işte şu eksik, bu yok” diye sonsuz katarlı bir tren düzülüyor. Bu insanlara aslında sıralamaktan bir türlü bıkmadıkları o imkânsızlıkların üretmek istediklerini hayata geçirmek adına bir engel olmadığını, o imkânsızlıkların başka yollar ve yöntemlerle aşılabileceğini gösterdiğin zaman, bu sefer senden hızla soğuyorlar... Bu çok ilginç birşey; çünkü sen açıkça çözüm alternatiflerini dile getirdikçe aslında onları sığınmaya alıştıkları o güvenli alandan dışarıya çıkarmaya zorlamış oluyorsun. Bu, aynı zamanda kendi mevcut pozisyonunu kaybetme korkusu ile de çok ilgili...

Ekin İdiman: Kollektif bir ödleklik... Bu şehrin burjuvası da korkunç ödlek. Onlar da bu şehrin sanatına, sanatçısına çok az yatırım yapıyor ve üstüne üstlük; İstanbul’da ne trend ise ona doğru koşuyor. Dahası da var: Yatırım yaptığı alan veya üretim ne ise onu etrafa “göstereceği” yer olarak yine İzmir’i görmüyor. İzmirli bir sanatçı burada ve istanbul’da sergi açtığında, o işi illâ gidip İstanbul’dan satın almak gibi hastalıklı bir durumdan bahsediyoruz.

Cenk Hasan Dereli: Bu yaklaşım, mimarlıkta da var. İzmirli yatırımcı, mekân tasarımı ve uygulaması için aynı bütçeyi veren İzmirli mimar ile çalışmak yerine İstanbullu bir mimarı tercih ediyor. Üstelik,  o bütçeyi İstanbullu mimara ısrarla dayatmaya devam ediyor. Bu yaklaşıma, bir mekânın mimari tasarım ve uygulamasından o mekânda çalınacak canlı müziğe kadar, pek çok alanda rastlıyoruz. Ses Kontrol etkinliğini başlattığımda tek derdim vardı: İzmir’de ilginç ve özgün müzik yapan gruplar, müzisyenler için yeni sahneleme alanları, şansları yaratmak. “Böyle ekipler, gruplar var mı; varsa neredeler ve kim bunlar?”. Dedik ki, normalde müzik performansı gerçekleştirilmeyen ilginç mekânlarda potansiyel dinleyici ile bu grupları bir araya getirelim. Maksat, şehrin keşfedilmemiş mekânlarını, bölgelerini müzik sayesinde yeni patikalar yaratarak keşfetmek... İki kez denedik; üçüncüsünde şuna takıldık:  İzmirlilerin şehirde ayak bastığı rotalar çok belirgin ve bu rotaları farklı tercihler önererek kırmak, neredeyse olanaksız. Pecha Kucha’nın ilk organizasyonu için o yüzden 1888’i kullanmak zorunda kaldık. Çünkü şöyle vazgeçilmez bir soru / sorun ile karşı karşıya kalıyorsun: “Yapmak istediğim etkinliğe ilgi duyabilecek İzmirlileri en az efor sarf ettirerek nereye toplayabilirim?”. 1888’de üç yüz katılımcı sağladık; yeni açılan İzmir Mimarlık Merkezi’nde düzenlediğim son Pecha Kucha’lardan birine ise yaklaşık iki yüz elli katılımcı getirttik. Alaçatı’dakine ise yaklaşık altmış katılımcıya ulaştık. Uğraşınca oluyor.

Tüm bu anlattıklarımızdan bir özet çıkartırsak, İzmirli kültür tüketicisi hem sürekli yeni birşeyler olsun istiyor; hem de yeni şeylerin onu zorladığı her türlü dinamiğe alışmaya direniyor. O hâlde şuna geliyoruz: İzmirliler sürekli şundan, bundan, Belediye’nin kültür politikasından yakınmak yerine ancak özveride bulunduğu takdirde o talep ettikleri “yeni” ile karşılaşabilecek. Bu şehirde yaşamak istediğimiz hayatın kültürel boyutlarını, bizzat İzmirliler olarak inşa etmemiz gerekiyor. İzmir’e dair sürekli üfleyip büyütülen bir şikayet bulutu var ve fark ediyorum ki, başta İstanbul olmak üzere kimi mecralar bunu kendi lehine çok güzel kullanıyor. Ben de diyorum ki, “ben o bulutu biliyorum. Artık lütfen o bulutu tarif etmekten vazgeçip, bulutu nasıl aşabileceğimizi konuşmaya harcayalım enerjimizi”.

Biraz da 37 Video Art Gallery’den bahsedelim mi?
Cenk Hasan Dereli: Alsancak; 1456 Sokak, 59 numara. Eski bir Rum evi. Şubat 2013’te ortaya çıkan motivasyonun Ekim ayına varınca vücut bulmuş hâli... Mimarlık öğrencileri gelip proje tartışsa, film gösterimleri olsa, bazı geceler doğaçlama müzik çalınsa diyerek ortaya çıkardığımız bir atölye. Dört aydan bu yana ise giriş katındaki bir odayı video art gösterimleri için kullanıyoruz. İzmir için ters köşe, bir video art mekânı yaratmak. Oda kavramı ortaya çıkınca, “her odaya bir tv” dönemine girmiş Türkiye’nin gidişatına selâm duracak bir yol seçelim dedik ve ne zamandır benim evde durup duran, zamanında bir gazete promosyonundan kazanılmış 37 ekran televizyon ile gösterimlere başladık. Gösterimlerin küratörlüğünü Ekin üstlendi. Gösterim programını iki haftada bir yeniliyoruz. Her hafta Salı, Çarşamba, Perşembe mekânın kapısı açık. Saat 19:00 – 21:00 arası gelip gösterimi izleyebiliyorsunuz. Sanatçı da projeyi anlatmak için ya bizzat geliyor ya da Skype ile bağlanıyor. Deniyor ve duruma bakıyoruz şimdilik.

Ekin İdiman: Mekânda elbette bir projeksiyon düzeneğimiz var ama gösterimler için 37 ekran televizyonda ısrar ediyoruz. Böylece sanatçı, bu mevcut olanaklara göre videoyu tekrar uyarlıyor, işliyor. Böylece işi bu mekâna özel olarak dönüştürmüş oluyor.

Cenk Hasan Dereli: Sanatçıyı, kendi eserine yeniden müdahale etmek için, bir oyuna davet ediyoruz. Böylece, mevcut gösterim formatının limitasyonlarına göre, sanatçıyı eseri yeniden uyarlamaya çağırıyoruz.

Ben şuna çok inanıyorum: Bizler birey olarak bir düzen kuruyoruz; dolayısı ile etrafımıza bir düzen öneriyoruz. Bu önerdiğimiz düzen çok doğru olmayabilir, doğru tınlamıyor olabilir, hâtta iyi işlemeyebilir ve bir süre sonra ölebilir. Mesele, bunun üstüne veya yanına bir şeyler koymak olabilir. Temel maksat, işte o şikayet bulutuna sıkı bir sol kroşe patlatmak.