Gezi Parkı - XOXO Mag.

arada yazdıklarını hatırlamak iyi oluyor.

Diğer yazarların yazdıkları BURADA.

Ben de şöyle yazmışım:

HASAN CENK DERELİ, Yüksek Mimar, NOBON
Açık mimarlık başlığından yola çıkarak soralım, açık şehircilik nasıl olmalı?
Açık şehir, açık şehircilik... Bu kavramlar 60’lardan beri dünyada şehircilik alanında en çok yazılmış-tartışılmış konulardan. Her noktasına toplu taşıma ile ulaşmanın mümkün olduğu, toplumun farklı kesimlerinin buluşabileceği halka ait alanlara sahip, kentin fiziksel, kültürel, doğal zenginliklerinden para ödemeden faydalanabilinen, güvenlik bahaneleri ile kontrole boğulmamış, her an kayıt altına alınmayan, insanların iz bırakabildikleri ve şehir içi yaşantılarında gündelik hayatlarını zenginleştirecek farklı ulaşım, vakit geçirme, kısaca alternatifli yaşama tercihlerinde bulunabildikleri bir yer açık şehir olmaya aday. Ama yetmez. Çünkü sunulmuş olanlar arasında tercih yapmak, özgürlük değildir. Esas mesele o sunulan tercihleri biçimlendirmektir. Açık şehre dair görüşüm, özgürlük meselesi odağında tek bir eksene sahip. O da, aşağıdan yukarıya bir örgütlenme şemasıyla, şehri yaşayanların, yaşadıkları alanı, öncelikle de kendi mahallelerini doğrudan yönetmeye hevesli olmaları. Küçük yerleşmelerde, köylerde, ilçelerde, küçük kentlerde bu heves daha canlı iken; büyük kentlerde bizler bu hevesi uzun süre önce kaybettik. Bu her şeyin başladığı kaynak. İnsanlar mahalleleri, sokakları, binaları, parkları, kaldırımları hakkında somut taleplerde bulunup, bunları farklı görüşler ile sınayıp, yeniden şekillendirip, bu talepleri kendi örgütlenmeleri ile
ya da halihazırda örgütlenmiş yerel yönetim araçlarını kullanarak gerçeğe dönüştürdüklerinde işler değişmeye başlayacak. Komşularla buluşmak, yaşadığın yeri tartışmak, gündelik hayatını kaliteli kılmak için konuşmak, beraber üretmek, paylaşmak, yaşadığın yere dair sorunları beraber çözmek gibi temel ortak noktalarda buluşmak... Bu,
en küçük ölçekten şehir ölçeğine doğru demokrasinin örgütlenmesi demek. Bu heves yoksa açık şehircilik yok. Heves varsa, yerel yönetimin şehri baskın olarak, merkezi yönetim ve ekonomik güç odakları ile biçimlendirmesi yerine, kentlinin şehrin kurulmasına doğrudan katılması için yasal araçlar örgütlenmeli. Referandum ya da anketten farklı olarak daha doğrudan süreçlerle kurulmalı. Bu çok haklı bir talep çünkü kentli, hem yerel yönetime hem merkezi yönetime kendi adına vekalet etme hakkını veren güç, hem de kentin gelirlerini oluşturan ekonominin esas kaynağı. Ona yönetim ve karar verme kademelerinde ‘doğrudan’ temsil şansı verilmeli. Ama dediğim gibi, kentlinin kendi yaşadığı yeri, diğer yaşayanlarla konuşarak, beraber üreterek ve paylaşarak değiştirme hevesi varsa, bu niyet yukarıda tariflediğim yerel yönetim mekanizmalarında olması gereken yaklaşımı da yaratacaktır. Öncelik; herkesin bu hevesle hareket etmeye başlaması olmalı.
Tarih yeniden inşa edilebilir mi? Bu minvalde replika fiziki mekan üretimi hakkında ne düşünüyorsunuz? Söz konusu üretimin başarılı örnekler verdiği oldu mu?
Tarih yeniden inşa edilemez. Tarihi yeniden inşa etmeye çalışmak da tarihte kendine yer bulur. Ne inşa ederseniz edin o yapıldığı ana aittir ve sadece o anın düşünce yapısını, ekonomik örgütlenmesini yansıtır. Bu bağlamda tarih inşa edilemez ama inşa ettiğimiz her şey şu anın tarihini yazar. Tarih kelimesini ‘eskiye ait’ olarak düşünmek gerek.
Ve evet, eskiye ait biçimler ile fiziki mekan üretmek ve bundan güzel sonuç almak mümkündür. Ama unutmamak gerek; bugün tarihi bir öneme sahip olan yapı, bu önemini bugünden bakan bir değerlendirme süzgecinden süzülen, yapıldığı tarihsel anın koşulları içinde estetiğiyle, yapı teknolojisiyle, inşai örgütlenmesiyle, tarihsel olaylarla, kişilerle bağlantısıyla, mimarlık tarihindeki yeriyle kazanmıştır. Tüm bu bağlamdan soyutlanmış bir replikanın ise hiçbir önemi yoktur. O sadece bir binadır. Zaten dikkat edin, bu konudaki tartışmalar öncelikle, binayı kutsayacak bu hare ile başlar, binadan başlamaz, biçimsel bir takıntı sürekli dillendirilirken ve aynı kalırken, binanın işlevi sürekli değişebilir. Zaten bu da her şeyi anlatır.
En eski sosyalleşme alanı olan parklar, teknolojinin ve yaşam standartlarının bireyselleştirmesiyle Türkiye’de kullanılmayan alanlar olmuştu. Gezi Parkı olayları park algısını eski haline döndürür mü?
Benim belleğimde metropol kentler için park, asla bir sosyalleşme alanı değildir. Seksen sonrası jenerasyonun ne kadarı için bu aynı bilmiyorum ama yakın çevrem için de parkların öyle bir anlamı olmadığı tespitini yapabilirim. Aynı şekilde bazı istisnalar dışında meydanlar da benim belleğimde asla Türkiye’nin sosyalleşme ve toplanma alanları değildir. Ben, Türkiye’de sosyalleşilen ve farklı toplumsal kesimlerin bir arada olduğu alanı hep sokağın kendisi olarak gördüm. Sokakta evinin önünde oturmak, sokaklardan kurulu çarşılarda devam eden gündelik hayat... Metropolde de olsa küçük ölçekli kentlerde de olsa sokak daima parklara ve meydanlara göre bu anlamda üstündür. Belirli bir sınıf, teknoloji ve yaşam standartlarının bireyselleştirmesiyle, gündelik hayatın mekanlarından giderek çekilmiştir. Doğru ama zaten parklar hiçbir zaman onların sosyalleşme alanları olmamıştır ki. Gezi Parkı olaylarından önce de oranın çok farklı kullanıcıları vardı. Oradaki çocuk parkı iyi havalarda doluyordu. Gündüz ayrı, öğlen ayrı, gece de ayrı bir nüfusu vardı. Bunu unutmamak gerekir. Gezi Parkı ile kentsel yeşil alanların kullanılarak korunması, tüm bu alanlara dair yeni bir bilincin doğuşu ufukta görünen; ama kesinlikle eskide kaybedilmiş bir şeyin yeniden bulunuşu değil, bugüne ve geleceğe ait yepyeni bir şey.
31 Mayıs öncesi ve sonrası Gezi Parkı’nın taşıdığı anlamlar sizin için nasıl değişti?
Taşkışla binasında mimarlık okumuş olan biri için, Gezi Parkı, Taksim meydanı ile beraber, çalışılması gereken bir vakadır. Meydan çalışıyor mu? Park yeterince kullanılıyor mu? Parkın gerçek kullanıcısı kimler? Gezi Parkı’nın, Hilton Oteli’nin arkasındaki park, Maçka Parkı, Harbiye Açıkhava Sahnesi, İnönü Stadı, Dolmabahçe sahili ile beraber parçası olduğu 2 numaralı park bu şehir için ne anlam ifade ediyor? Pek çok tespit ve soru... Ara sıra içine girdiğim, çoğunlukla kenarından geçtiğim park, Herkes İçin Mimarlık Derneği’nin (herkesicinmimarlik. org) 2012 Mart ayında başlattığı Geleneksel Gezi Parkı Şenlikleri ile benim için kullanımlar yaratarak mimarlık yapmanın bir sembolü haline dönüşmüştü zaten. 31 Mayıs’tan sonra park, halkın kendine ait herhangi bir şeye ve en temelde de kendi hayatına dair (özgür düşünce, beden, ifade özgürlüğü, özel hayata saygı, tek tipleştirilmemiş eğitim sistemi) seçtiği temsilcilerin değil, kendisinin kararının öncelikli olduğunu haykırdığı bir sembol artık. Bu park halkın, ve halk buranın bir AVM olmasını değil, park olarak kalmasını istiyor. Bu dilek toplumun her kesiminden kişiler tarafından, kol kola dillendirilen diğer tüm özgürlük taleplerinin, güç aldığı sağlam zemin. Gezi Parkı’yla beraber özgürlük, ağaçlar altında büyüyor.
Aklınıza kazınan bir sokak sanatı oldu mu?
Kurulan barikatları unutamıyorum. Kuruluşlarını izlemek, sonunda ortaya çıkanın kuvvetini daha da artırıyor. Sanırım imece, daha önce onu deneyimleme fırsatını yakalayamamış bir jenerasyon tarafından sokaklarda keşfediliyor demek abartı olmaz. Sokaklarına polisin girmesini engellemek için çöp kutularını kullanarak yolu kapatıp,
yol ortasında davul zurna ile dans eden yaşını almış mahallelilerden, Gümüşsuyu’nda şiddetten korunmak için art arda kurulmuş onlarca dev barikata kadar hepsi apayrı hikayelere sahip. Ve tabii ki Duran Adam.