XOXO Blog'da röportaj

Dergideki Editör'den geçmiş cevaplar ve fotoğraflar XOXO_BLOG'da

Uzun uzun cevaplar ise aşağıda:






İlk ticari projeni hatırlıyor musun?
Dönüp bakınca, mimari ilk ticari işim, Tarlabaşı’nda bir arkadaşımın evinin restorasyonu ve dekorasyonuydu. Küçük keyifli neredeyse bütçesi olmayan bir işti. O dönemde partiler düzenleyip ürünler tasarlıyordum, insanlarla tanışıp mimarlığım üzerine konuşuyordum. Konuşmayı bırakıp bir şeyler yapmaya başlamak iyi gelmişti. Ardında da ortaklarımla Galatasaray lisesi’ne yakın bir dört katlı yapının mimarisini yaptım. O işte arkadaşa yapılmayan bir işti. Bu ikisi herhalde ‘ilk’ olarak adlandırılabilir.

Sürekli deprem tehlikesinin olduğu bir ülkede mimar olmak nasıl bir his?
Depremi bir tehlike haline getiren şey kendisi değil, ona dayanabilecek şekilde yapılmayan yapılar. Deprem yağmur gibi bir şey. Yağmur az yağdığında şakasını yaparsın, keyfine varırsın, anı olur. Çok olduğunda eğer doğan, sokağın, yolların hazır değilse, sel olur işkence olur, insanları öldürür.
Depremden daha tehlikeli olan şey, insanların umursamazlığı, boşvermişliği. Ülkedeki herhangi bir şeyi ölümcül derecede tehlikeli yapan en büyük sebep bu. Deprem de bu ülkede bu yüzden tehlikeli ve mimar olmak da bu ülkede bu yüzden oldukça boğucu bir his yaratıyor.


İşlerine baktığımız zaman, en uygun finansal çözümlere odaklanmaktan ziyade yaratıcılığı ön planda tuttuğunu hemen farkediyoruz. Bu durum ne gibi avantajlar yaratıyor?
Mimarlık dediğimiz şey ile kurulan ticaret beni heyecanlandırmıyor. O anlamdaki mimarlığın kuralları var; onları uygularsanız, işinizi de özenli ve iyi yapsanız, zaman içinde o piyasa içinde güzel bir yeriniz olur. Ama o alana yoğunlaşmak; çevrenize bir bakın, bakıp gördüğünüz her ne ise, onu var ediyor. Mimarların içinde olduğu ve içinde olmaya niyetlenmediği tüm süreçler yaşadığımız kentleri yaratıyor. Müşteri dediğimiz insanların beklentisi şu: bütçe çok az, zaman hiç yok, bana en güzelini ver. Siz emeğinizin karşılığını söylediğinizde de, “bu fazla değil mi?” deniyor. Yüz bin lira da deseniz iki lira da deseniz böyle. İnsanlar mimarların yaptığı işi “iki çizim bir resim” olarak görüyor. Çok ünlü bir mimara da sorsanız bundan şikayetçi, yeni iş yapmaya başlamış biri de. Mimarın insanların hayatına katabileceği olumlu etki konusunda şüpheler var akılda. Nedense herkes mimarın kendisini “kazıklayacağını” düşünüyor gibi. Bu algıyı yaratan da mimarlardan başkası değil.
İşte bu kısır döngü içinde yer alacağıma, yaratıcılığı zorlayan başka konulara, imkanlara, ortamlara odaklanmayı tercih ediyorum NOBON adı altında yaptığım her şeyde. Bir avantaj yaratmıyor bu durum; sadece “başka” diyebilirim.



İzmir’deki son projelerinden bahsedelim. 37 ve PechaKucha Night’da gayriihtiyari bir İzmir nostaljisi yaşıyor gibisin.
İzmir dışında yaşayan her izmirli için İzmir bir ütopyadır. Ben de İzmirliyim. Benimki de aklımdaki garip bir takıntı. Ama gayriihtiyari değil, bilinçli bir seçim ve nostaljiden öte bir eylem alanı benim için İzmir. Üniversiteye İstanbul’a geldim, sonra yurtdışına gittim, döndüm, aklımın bir kenarında hep şu his vardı: İzmir’de bir çok şey yapılabilirim.
İzmir’de ne yapıyorsun, orada yapacak bir şey yok diyen çok oluyor bana. Benim bu soruya cevabım hep aynı: Ne yoksa onu yapıyorum işte.
Bu bir “kafa ayarı” (mind set) sadece İzmir’e değil her yere bu ayar içinden bakıyorum.
Genel olarak mimarlık ve tasarım ortamına karşı tavrım da zaten şu: Yaşadığım yerde olmayan ama içinde olmayı arzuladığım bir çevre, bir yaşantı biçimi varsa aklımda, bunu ben neden yaratmayayım diye düşünürüm. Bu amaçla hep demişimdir, yaratıcı bir tasarım ortamı için sadece tasarlamak yetmez, o “ortamın” da örgütlenmesi gerekir. Bu yüzden daha üniversitedeyken birer buluşma bahanesi olsun diye “hafif parti” dediğimiz etkinlikleri düzenlemeye başlamıştım, yaratıcı işlerle uğraşan, öyle işlerle uğraşanlarla tanışmaya hevesli insanlarla bir araya gelmek için. Hala bana ilham veren şeyler üreten insanlarla tanıştım o dönem,  o tanışıklıklar ve ortam yardımıyla tasarım işleri yapmaya başladım.
PechaKucha’da İzmir’de benzer bir ortamı kurmak için bir araç oldu benim için. İzmir’e dair klişeleri herkes bilir, İzmir’de yaşayanlar da hep bunlardan şikayet ederler:
İzmir’de yapacak hiç bir şey yok, şehirde enteresan hiç bir şey olmaz, kimse ilginç bir şey yaratmaz!
Neredeyse dört milyonluk bir kent; bu ne kadar gerçek ne kadar değil diye sorarak başladım. Gerçekten kimse yok mu? Yoksa bu sözler herkes için hiçbir şey yapmamayı makul kılacak bahaneler mi?
Bir arkeolojik kazı yapar gibi, şehri deşiyorum, insanlarla tanışıp beni başka insanlara yönlendirmelerini istiyorum. Şimdiye kadar 7 kez gerçekleşen etkinlikte yerel, ulusal ya da uluslar arası alanda ilham veren işler yapan 56 kişi sunum yaptı. Onların kim olduklarını www.pechakuchaizmir.com adresinden inceleyebilirsiniz. Ortalama üç yüz kişilik izleyici kitlesi de kentlilerin ortam ve içerik sunulduğunda bu girişimlere kayıtsız kalmadığını gösteriyor. Esas önemli olan da bu ilham veren öykülere sahip olan insanlarla onlara meraklı kişilerin bir araya gelmesi. Sanal ortama o kadar alıştık ki, bir arada olmanın sarhoş eden gücünü unuttuk.

37 de bir video sanatı galerisi. Eskiden beri aklımda olan o girişimi gerçekleştirme fırsatı da İzmir’de mümkün oldu. Tasarımcı arkadaşlarla paylaştığımız mekanın bir odasını, 37 ekran bir CRT TV ile galeriye dönüştürdüm. İki haftada bir işler değişiyor, sanatçısı ile mekanda ya da internet üzerinden sanatçı konuşmaları gerçekleştiriyoruz.


En başa dönelim. Mimar olmaya nasıl karar verdin?
Acayip güzel bir lise hayatım oldu. İzmir Bornova Anadolu Lisesi beni her şeye karşı meraklı yaptı; en azından okulun bendeki etkisi buydu. O yüzden üniversite sınavı dediğimiz kıyamet yaklaşıncaya kadar meslek üzerine pek düşünmedim. Lisedeki üniversite gezilerinde, mühendislik fakültelerinin laboratuvarlarında masanın başında saatlerce aletlerle uğraşan öğrencileri görünce dedim ki, benim insanlarla iç içe, etkileşim içinde sosyal bir şeyler yapmam lazım.
Çocukluğum boyunca bütün uzun tatillerim, Türkiye’nin dört bir yanındaki antik kentlerde geçti. Kültürlerin bir aradalığı, ard arda gelişleri, insan ve medeniyet denilen şeylerin geçiciliğini gördüm. Bunla yüzleşince insan şunu anlıyor. Tüm o geçiciliğe ve yok oluş gerçeğine karşı insanın yapmaktan vazgeçmediği, bizi bugün bunlar üstüne konuşturtan ve yaşamaya devam etmemizi sağlayan tek dürtü var. Yaratmak. Yaratmayı, egositçe bugüne ve geleceğe hakim olmak, onlara kazık çakmak anlamında değil, anda bir var olma biçimi olarak kullanıyorum.
Bu hislerle tasarıma yöneldim, daha küçük ölçekli tasarım işleri, ürün tasarımları ilgimi çekiyordu; hızlı, insanla daha kolay etkileşime geçen şeyler... Üniversite sınavında gelen puanla da sonradan tasarıma geçerim diye sadece mimarlık tercihi yaptım. Ama üniversitenin ilk gününden sonra bir kez bile bölüm değiştirmek aklımın ucundan geçmedi. Tesadüfler her şeyi yerli yerine oturttu sanırım.   
Şimdi mimarlık mesleğinin, uzun saatler boyunca masa başında bilgisayar karşısında proje çizmek olduğunu, gecesinin gündüzünün olmadığını, mekana kapanıp çalışılması gerektiğini bilenler, mühendislik bölümlerindeeki sevmediğim ortamın aynısı mimarlıkta da yok mu diyecekler. Haklılar, ama benim mimarlık yapma biçimim de o anlamdaki mimarlıktan oldukça farklı.


37, ilham noktasını Türkiye’de çok kanallı döneme geçiş ve televizyonun günlük hayattaki yerinin artması gibi noktalarda buluyor. Bu projenin atıfta bulunduğu konulardan bahseder misin?

Her şey çok hızlı geçiyor, bazen hayatımızı etkileyen onca şey üzerine düşünecek kadar yavaşlayamıyoruz. Televizyonun hayatımızdaki yerini düşününce de bu aynı. Televizyon yaygınlaşmaya ilk başladığı zamanlarda tüm aile fertlerinin ve hatta komşuların tek bir odada, çevresinde toplandığı sanki büyülü bir kutuydu.  Herkes evine bir televizyon aldığında bu misafirlik bahanesi de yavaş yavaş yok oldu. Sonra boyutları küçülen ve fiyatları düşen televizyonlar sayesinde her odaya bir televizyon girdi. Mutfakta, çocuk odasında, yatak odasında, oturma odasında bir televizyon. Türkiye’de doksan yılında çok kanallı yayına geçilmesinden kısa zaman sonra bu yaygınlaşmanın günlük gazetelerin dağıttığı hediye kuponlarından da beslendiğini söylemek mümkün. 37 ekran televizyon kazandınız ya da şansınızı yarın yine deneyin diyen kupon içi yazılarını hatırlıyorum. Artık yayın dediğimiz şey, her an bizimle beraber, cebimizde; tüm bunlar anı oldu.
Bizim 37 ekran diye bildiğimiz bu Catode Ray Tube CRT teknolojisine sahip televizyonların üretimleri çoktan durduruldu. 37’de işte tüm bunları tekrar düşünmek için bir yavaşlayalım dedim. Sanatta yeni medyanın yaygınlaşmasını sağlayan bu teknolojiyi kullanalım, yerli ve yabancı video sanatçılarının bu formata uygun işlerini ve bu format için yeniden düzenledikleri işlerini sergileyelim, sanatçı konuşmalarında bir araya gelelim geçmişi ve geleceği konuşalım istedim.


PechaKucha Night, yaratıcı insanların ilham verici hikayelerini, 20 saniyelik 20 slaytla anlatacağı bir organizasyon. Sürenin kısa tutulmasının ne gibi olumlu etkileri oluyor?

Bu etkinlik on yıl önce Tokyo’da, iki mimar Klein& Dytham tarafından, çevrelerindeki mimarları bir araya getirmek için başlatılıyor. Herkes şu sıralar nelerle uğraşıyor bir anlatsın diye düşünüyorlar. Ama şu doğru tespiti yapıyorlar, mimarlar çok konuşur! Ondan bahsettiğin formatı buluyorlar. Ne anlatılacaksa 20 saniyede otomatik olarak gelen 20 slaytla anlatılacak. Format çok seviliyor. Klein&Dytham’ın tavrı dolayısıyla dünyanı dört bir yanına hızla yayılıyor ve şu an yedi yüzden fazla şehirde düzenleniyor. İzmir’de de etkinliği ben düzenliyorum.
20x20 formatı sunumlara ve etkinliğin tümüne hem bir düzen getiriyor, hem yoğun odaklanmış bir anlatı olmasını sağlıyor, hem de kendi kendine geçen slaytlar işi biraz oyuna dönüştürüyor. Esas mesele zaten sunucuların ve izleyenlerin bir araya gelmesi. Sunucular bu kısa sürede sunumları ile bir girizgah yapıyorlar. Kendilerini tanıtıyorlar, bir konuya dikkat çekiyorlar, kışkırtıyorlar, sunumun içeriğine göre amaçları ne ise bunu gerçekleştiriyorlar. O kısa ama etkili süre bir kapı açıyor. Sonra da insanlar sunumlar sonrasında daha uzun konuşabiliyorlar. 


İzmir’i, mimari açıdan Paris veya Londra’yla karşılaştırdığında ne söyleyebilirsin?
Ağlamak istediğimi söyleyebilirim. Şaka bir yana tarihi katmanlar açısından bakıldığında İzmir antik çağdan, kozmopolit imparatorlukların son yüzyılına, savaşların yıkımından ulusal endüstriyel gelişim ve modernleşmeye, büyük iç göçler ve nüfüs baskısının yarattığı şehirleşmeden, ekonominin motoru olarak yukselen gökdelenlere kadar her tür mimari öğeyi taşıyor. Çok parçacıl bir doku bu. Kente üsten baktığınızda bunu kolaylıkla görüyorsunuz zaten. Sadece İzmir’de değil, İstanbul’da Ankara’da Bursa’da, Türkiyedeki büyük şehirlerde görebildiğimiz bu inanılmaz zamansal sıkışma, eşzamanlılık, kentsel mekanı ve kent yaşantısını en çok belirleyen şey. Her şey iç içe üst üste. Mekanlar değil sadece, o mekanlarda kurulan hayatlar da öyle. Bu açından mimari olarak İzmir’i Paris ve Londra ile nasıl karşılaştırırız bilmiyorum. Londra’ya gitmedim hiç, am Paris’i bilirim.
Paris ‘modern kent’ dediğimiz şeyin doğduğu yer. Oldukça kontrol edilen bir iç çeperi var. Belirli bir tarihsel döneme işaret eden tüm binalar korunuyor, tasarımcılarının ve inşa edenlerin yapılar üzerindeki haklarına önem veriliyor, yapıların renkleri bile belli kurallara tabi, neredeyse monokrom bir kent, çoğunlukla yumuşak bir kum sarısı. Bu tarihsel yapıların yanında yirminci yüzyılın tüm mimari akımlarının dillerine sahip binalar görürsünüz. Onların kuraldışılıkları bile gizli bir düzen hissine sahiptir. Aykırı yeni denemelerin çoğu kentin çekirdeği kabul edilen alanın çevresinde dönen otoyolun dışındadır. Çok genelleme yapmak istemiyorum, istisnalar var. Ama kısık gözle bakınca böyle olduğundan söz edilebilir.
Ondokuzuncu yüzyılın sonlarında ve yirminci yüzyılın başında İzmir’e gelen neredeyse tüm avrupalı seyyahlar izmir için doğunun Paris’i diyorlar. Hoş böyle dedikleri çok yer var. Ama o zaman İzmir gerçekten de hem zenginliği ile hem kültürel hayatıyla bir istisna. Doğunun en zengin limanı, sadece dünyanın dört bir yanından insanları çekmiyor, avrupanın meşhur markaları da İzmir’de. Paris’in meşhur alışveriş evlerinin şubeleri var İzmir’de. Frenk mahallesi denilen, bugünkü Alsancak’ta dolanmanın Paris’in sokaklarında gezmeye benzediğinden bahsediliyor. Savaşlar tüm bu bağlamı alt üst ediyor. Şehir yanıyor. Hoş yanmasa o yapılı çevreden, o mimarlıktan bugüne bir şey kalır mıydı, emin değilim. Paris’in ikinci dünya savaşı yıkımından çıkıp bugün hala mimari anlamda kendini devam ettirebilmesi, şüphesiz binalardan çok insanların özelliklerinden kaynaklanıyor. Ama bu coğrafyaya da güzel insanlar tesadüf etmiş. İzmir’in yıkımından sonra yeniden planlanması, yirminci yüzyıl ortasında binalar yapmış mütahhit mimarların güzel apartmanları bana bunu düşündürtür hep.
Kentlerin mimarileri, sahip oldukları ekonomik, politik ve kültürel hayattan; kentlilerinin o kenti nasıl yaşadıklarından bağımsız değildir. Bu anlamda da Paris’in yanına İzmir’i koyarsanız, önce binalarını değil onları var eden o ortamları karşılaştırmak gerekir. İzmir bu açıdan bakınca, insan olarak kendimizi tanımamız için daha pek kurcalanmamış bir deney gibi...

Sence, 2014’ün en etkili mimari projesi neydi?
Tek bir yapı söylemek istemiyorum. Aslında dünya üzerinde ‘mimarlık’ olarak bahsedilip, kahve sehpası olacak kitaplara, ‘ne olursa olsun her şey yolunda anı yaşa’ sloganlarına sahip ‘cici’ dergilerin sayfalarına çıkacak bir başka bina daha ilgimi hiç çekmiyor.  
Mimari der misiniz bilmem ama 2014’te her şeyi etkilemiş, 201 ve sonrasını da etkileyecek bir proje mesela, Rosetta Görevi.  67P/Churyumov–Gerasimenko kuyruklu yıldızına, Rosetta Uzay aracı nasıl yaklaştı, Philae ona nasıl indi, kendini sabitledi, enerjisini nasıl sağlayacak. Bunların tamamı mimarlık adına düşündüğümüz her şeyi yeniden tartışmak için bir bahane. Ben ‘şeylere’ dair böyle düşünmeyi seviyorum.
Bu bağlamda, 2014’ün en etkili projesi olarak gösterebileceğim, iki proje var.
Bunlardan ilki NASA’nın yakın zamanda açıkladığı olası Venüs keşfi için geliştirlen uzay araçları ve uzay üslerine dair proje. İnsanlık ne zaman dünyanın dışında hedeflere odaklansa, yaşadığı gezegeni daha iyi anlamak ve ona daha çok değer vermek için sebepler buluyor. Kaç metrekareden kaç daire çıkar, bu alandan maksimum bina alanını hangi yasal boşluklardan yararlanıp arttırırım, şehrin bu alanında tonlarca beton ve çelik kullanarak yaratacağımız ‘yaşam merkezini’ ‘yeşil’ olarak nasıl pazarlarız, müşterinin yağlısını nerden bulurum nasıl tavlarım gibi şeylere ne kadar odaklanırsak o kadar kendimize ve gezegene karşı körleştiğimizi düşünüyorum.
İkinci aday projem de, aslında bir mimarlık belgesel kuşağı. Dünyadaki  kentsel, çevresel ve sosyal krizlerin üstesinden gelmek için tasarımı bir aktivizm ve direniş formu olarak kullanan mimarların profillerinin sunulduğu bir program Rebel Architectures (İsyankar Mimarlıklar). Dünyanın dört bir yanında aslında hep var olan ama ‘mimarlık’ olarak pek ciddiye alınmayan bir mimarlık yapma biçimi giderek kendi güçlü hikayesini yazıyor. Bu farklı mimarlıklar giderek gündelik hayatlarımızın büyük bir kısmını etkileyecek. Bu seride görünür olan mimari projelerin her biri ve onları var eden süreçler sadece mimarların işlerini yapma biçimlerini değil, herkesin mimarlığa dair algısını etkileyecek güçte.



Son olarak, sırada ne var?
Sırada adını daha sık duymaya başlayacağınız Rendezvous İzmir etkinliği var.
Tamer Varis, Fatih Uysal ve benim, deyim yerindeyse güçlerimizi birleştirerek yarattığımız bir İzmir etkinliği. Moda, tasarım ve müziği buluşturan eğlenceli bir pazar yeri. İzmir’li tasarımcıların ürünlerini bir arada bulabileceğiniz içinde atölye çalışmaları, sanat performansları ve konserler olan keyifli bir yaratıcı buluşma; yine bir araya gelmek için bir bahane.

1 Kasım’da etkinliğin ilkini, 27 Aralık’ta da ikincisini gerçekleştirdik. Her etkinlikte İzmir’den tarzını sevdiğimiz moda ve tasarım markaları küçük standlar kurdu.  Bunların bazıları kurumsallaşmış bazıları ise daha yeni yeni ortaya çıkan markalar. İleride İzmir dışından da markaları etkinliğe dahil edeceğiz ve hem ürün hem de etkinlik çeşitliliği anlamında Rendezvous İzmir’i büyüteceğiz. @Rendezvousizmir’den Twitter ve Instagram üzerinden en taze haberleri alabilirsiniz.