Ölmeyen Aşk - Peyzajda Kapışma

Metin Erksan 1966 Ölmeyen Aşk - Kartal Tibet ; Nilüfer Koçyiğit - Arzu Film

Yine aşkın nefret halini izletiyor bize Metin Erksan. 
Bir şekilde olamamış o ilişkinin iki insanı nasıl sapkınca birbirlerine tutsak ederken zehirlediğini anlatıyor. 
Ali filmde Yıldız'dan sürekli nefret ediyor; suratına haykırıyor. Yıldız da ne yapsın delirdin, kör oldun vahşileştin diyor. Ali bunu sen yarattın diyor; Metin Erksan altında har ateş olan film kazanında aşkı tahta kaşıkla ağır ağır kavuruyor. Bazen aman abarttı yandı biraz dense de neredeyse psikolojik bir gerilime dönüştürüyor anlatı dilini. 

Kartal Tibet'in yüzünü, sürekli uzaklara bakan korkutucu bir deliliğe bulayıp durması da bunda etkili oluyor. Gaytan bıyıklı iyi giyimli, zengin ve nefret dolu bir adam ile narin ve güzel bir kadının çarpışan nefreti. 

İkilinin en şiddetli sahnelerinde peyzaj ön planda.
Bu en şiddetli sahnelerde hep yalnızlar. 
Sanki dışarıda değil, akıllarının içinde, rüyada; hatta bir kabusta kapışan iki nefret dolu ruh. 
Çevrelerindeki tüm yaşam onları terk etmiş. 

Ters yönlerden araba ile birbirlerine yaklaşırken diğer insanları görsek de sahnede, baş başa kaldıklarında neredeyse vahşi batının bozkırında atından inmiş ve düelloya az sonra başlayacak iki karakter gibiler. 
Arabaların metal cesetleri nefretlerinin, bedenleri ise hakaret dolu sözlerle bile olsa birbirleri ile iletişim kurmak isteyen yüreklerinin gitmek istediği yönü anlatır gibi.


Yıldız hasta. 
Ölümün gözlerinin içine bakarken "ölmek, hem de sana bakarak ölmek güzel bi' şey" diyerek sevgisini itiraf ediyor. Son anlarında Ali'den de aynısı bekliyor ama nafile. Öleceği için de nefret ediyor Ali Yıldız'dan. Tam her şeyin biteceğine dair bir konuşma yaparken Yıldız mistik bir sahne başlıyor. 
Ali bir şaman edası ile Yıldız'ı "ölemezsin, kalk ayağa" diye bakışları ve el hareketleri ile ölüm döşeğinden kaldırıyor. Önce evin tüm sakinlerinin arasından geçiyorlar. Bu sahne bir son selamlaşma gibi. Sonra diğer tüm canlıları geride bırakıp yine bozkıra geliyorlar. 
Yıldız'ın "artık dayanamayacağım" dediği her anda Ali bazen bir büyücü bazen bir matador edası ile onu düştüğü yerden kalkmaya zorluyor. 

Yıldız'ın beyaz kıyafetleri, Ali'nin siyah janti hali; bir ruha ölüler dünyasına kadar eşlik eden bir ölüm meleğini çağrıştırıyor nedense. Dünyadan, geride bıraktıklarından onu tamamen tükeneceği yere götürene kadar yürütüyor; ona hiç değmeden. Ya ikisinden biri orada yok ya ayrı fiziksel alemlerin varlıkları ya da ilahi bir yasayla birbirlerine dokunmaları yasak bu yürüyüşte gibi hissediyor insan.

Bozkırdaki yürüyüş deniz kenarına varıyor. 
Bir kale harabesinde maddileşen aşklarının yıkıntısına veda için, yok oluşa doğru açılmak için belki. Yıldız en tükendiği anda yine Ali tarafından zorlanarak tepeye çıkartılıyor. Arkalarında kale harabesi, içinden kadim birer mezartaşı gibi göğe uzanan iki servi ağacı. 
Bir yanda yaşadıkları sürece kenarında yürüdükleri bir uçurum, hayatları; ve sonsuz yolculuğu gizemli örtüsü deniz. 

Yıldız, artık tamamen tükenmiş halde Ali'ye onu sevdiğini bildiğini söyleyip kendisinin de itiraf etmesini istiyor. Tam o sırada yığılıyor. 
Ali'nin Yıldız'ın bedenini koltuk altından tutuşu ve savuruşu, bedenin anlamsızlaşan ölü nesne halini daha da rahatsız edici hale getiriyor. 

"Beni bu yeryüzünde yalnız bırakamazsın, senden nefret ediyorum" diyerek haykırıyor Ali ve son sözünü söylüyor:
"Şimdi ben de öldüm" 

Rodin heykellerinin zamanda donmuş duygu yoğunluğunu çağrıştıran bu son kare ile film bitiyor. 


Mutlaka konunun uzmanları Metin Erksan'ın iki kişi arasındaki gerilimi daha da vurucu hale getiren karelerinin etkilendiği akımları ayırt ediyorlardır.
Ama film bunları ayırt etmek için değil de, uzay ilişkiler ve anlatı bağlamında bakmak; anlam ve peyzaj üstüne düşünmek için de tekrar tekrar izlenebilir.

E tabi unutmadan, benzer kavramları anlatı aracı olarak kullanan Kuyu (1968) filmini de unutmamak lazım. İkisini de izleyin ne dediğimi anlayacaksınız.