İzmir Büyük Bir Düğün Salonu - 1 -

XXI için yazdığım yazı. 
İkincisi de yakında yayımlanacak




“İzmir büyük bir düğün salonu.” demişti Tamer Varis. Seçilmiş yerel yönetimin kent kültürünü yönetirken yarattığı his düşünüldüğünde haksız da değil. Büyükşehir ve ilçe belediyelerinin sorumluluğunda olan kültür kurumları, yönetmeliklere ve ihale kanununa dayanan işletme modelleri ve alanının uzmanı olmayan alaylı karar alıcılar nedeniyle en kolay ya düğün salonu olarak kullanılıyor ya da ancak belediyelerin kendi etkinlikleri için tahsis ediliyor. Bu mekanlarda üç bin kişilik biletli bir kent festivali yapamıyorsunuz ama üç bin kişilik bir düğüne itiraz eden olmuyor. İşin daha vahim yanı, düğünü organize etmek için ortaya çıkan heves, kentte bağımsız kültür girişimlerinin önünü açacak yöntemlerin keşfedilmesi söz konusu olunca ortadan kayboluyor. Etkinlikleri ve mekan işletilme niteliklerini tartışmaya açtığınızda da bir liraya konser düzenliyor olmak; konser başlayınca kapatılmasını gerektirecek derecede yüksek sesle çalışan havalandırmayı da, yetersiz ışıktan dolayı sergileneni göremediğiniz fuayenin akmış tavanını da, metrelerce uzaktan kokusunu duyduğunuz tuvaletlerin durumunu da görmezden gelmeyi gerektirecek hale getiriyor.

Yasalarla mevzuatlara sıkı sıkıya bağlı devlet kurumlarının bir gecede alışkanlıklarını değiştirmelerini beklemek nasıl saflıksa bunu bir haftada, bir yılda ve belki bin yılda da beklemek aynı saflık olabilir. “Demokratik süreç” adıyla örgütlenen toplantılar, gönüllülük fetişizmi propagandasının yapıldığı, kentin üreten akıllarına özveri çağrılarında bulunulan birer ayine dönüşüyor. Coşkulu bir beraber üretme ortamından çok entellektüel emeğin sömürüldüğü bir oyun kuruluyor ve sonunda iş yine “başkan”da bitiyor. İdeoloji ayırt etmeden ülkedeki yerel yönetimin gerçeği bu.

İşin komik yanı İzmir’de özel sektörün alışkanlıkları, konu kent kültürü ve kentin kültür hayatına geldiğinde devlet kurumlarından farksız değil. Yarattıkları ekonomi açısından her biri kentten çok daha kuvvetli olan bu kurum ya da kişiler, iş kente itibar ekonomisi ile alakalı bir katkı yapmaya gelince, sorumluyu ya yerel yönetim olarak gösteriyor ya da devletin temsilcilerinden bunu talep ediyor. Çok farklı üretim şekilleri ile kentin ve çevresinin zenginliğini örgütleyerek kazanç üretenler “Yurtdışının, İstanbul’un canlılığı burada hiç yok.” derken kendilerinde bu durumu yaratmanın zerre sorumluluğunu bulmuyor. Belli başlı kişilerin ve firmaların kent hayatına katkıları da nedense belli bir hacmin üstüne çıkmıyor, kıyaslamalarda ana figür olan İstanbul’daki eylemlerindeki cömertliğe ve vizyona yanaşmıyor bile.

İzmir büyük bir düğün salonu; salon bakımsız, işletmeci vizyonsuz ve inatçı, ailenin büyükleri cimri…

Durum bu ise bu kentte yaşamak isteyen, buraya dair hayaller kuran, onun potansiyellerini imkanlara çevirmek için uğraşanların yapabileceği tek şey: Yaşamak istedikleri hayatı kendilerinin var etmeleri. Kent yönetiminin, örgütlü sivil toplumunun, sermaye sahiplerinin yıllar boyunca içinde yaşadığımız bu kenti kurdukları gerçeğini kabul edip, onların yöntemlerini aşan yaratıcı proaktif bir kentli olmaktan başka çare yok. Buradan bir şey olmaz, kimse ilginç bir şey yaratmaz diye şehirden şikayet edenlerin klişelerinde boğulmak değil; bir imkansızlık alanı olarak tarif edilen İzmir’de her şeye rağmen ilham veren işler yapan insanlarla tanışmak, beraber yeni şeyler yaratmak gerekiyor.